"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Risale-i Nur’daki ‘şark husûmeti’, ‘garb husûmeti’ tâbirleri üzerine... (2)

Cemil Arıkan
17 Ekim 2012, Çarşamba
Beşerin iki dünya saadetini ancak İslâm medeniyeti temin eder

 —DÜNDEN DEVAM—
Beşinci esas: “Câzibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzûlarını tatmin ve metâlibini teshîldir.” Bu medeniyetin insanlara va’dettiği en câzip hizmeti hevâ ve hevesi teşcî, arzûlarını tatmîn ve isteklerini, taleplerini kolaylaştırmaktır. Bunun şe’ni ise insanı insanlık derecesinden, hayvanlık derekesine indirmektir. Sayılamayacak kadar ulvî hislere, duygulara, insânî hasletlere sahip olan insanı yalnızca nefsinin arzûlarını, hayvanî hislerini tatmîn peşinde koşan hayvanlara benzemeyi netîce verecek bu düstur, değer kazandırmaz; bilâkis sâhip olduğu değeri hiçe indirir.
Netîce olarak; kuvvetli olanı haklı gören; menfaati için mücâdele etmeyi hayât düsturu olarak kabûl etmiş; sâdece nefsini, âilesini, akrabalarını düşünen ve nefsinin arzûlarını tatmîn edip hayâtını kolaylaştırmaktan başka gâyesi olmayan ferdlerin meydana getirdiği bir cemiyet düşünebiliyor musunuz? Böyle bir anlayışın netîcesinin ne olacağını, Bedîüzzamân hayâtın içinden bir misâl ile ve gâyet vecîz bir cümleyle göstermiştir:
“Kurûn-u Ûlânın [ilk çağların] mecmû’ vahşetini, bu medeniyet bir def’ada kustu.” 5
Adâlete, hak ve hukûka, hesap gününe, kısaca Âhirete inanmayan ferdlerden müteşekkil bir cemiyetin içinde yaşamak ister miydiniz? Eğer böyle bir cemiyet içinde yaşamak istemiyorsak ve eğer yukarıda sayılan menfîlikler Batı medeniyetinin özellikleri ise, o zaman “garb husûmeti” devâm etmelidir.
Pekî; bize göre husûmete değil, muhabbete lâyık olan İslâm Medeniyetinin, (Şerîat-ı Garrâdaki medeniyetin) husûsiyetleri nelerdir?
Bunun cevâbını da Sünûhat isimli eserinde Bedîüzzamân şöyle veriyor:
“Şerîat-ı Ahmediyenin (asm) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet ise ki, medeniyet-i hâzıranın inkişâından inkişâf edecektir. Onun menfî esasları yerine, müspet esaslar vaz’ eder.
“İşte nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adâlet ve tevâzündür. Hedef de, menfaat yerine fazîlettir ki, şe’ni muhabbet ve tecâzüptür. Cihetü’l-vahdet de unsûriyet ve milliyet yerine, râbıta-i dinî, vatanî, sınıfîdir ki, şe’ni samimî uhuvvet ve müsâlemet ve hâricin tecâvüzüne karşı yalnız tedâfü’dür. Hayatta düsturu, cidâl yerine düstur-u teâvündür ki, şe’ni ittihad ve tesânüttür. Hevâ yerine hüdâdır ki, şe’ni insaniyeten terakkî ve rûhen tekâmüldür. Hevâyı tahdit eder; nefsin hevesât-ı süfliyesinin teshîline bedel, ruhun hissiyât-ı ulviyesini tatmîn eder.” 5  
Açıkça görüldüğü üzere İslâm Medeniyeti, Batı Medeniyetinin beş menfî esâsının yerine, o esasların tam zıddı olan beş müsbet esas kabûl etmiştir:
Bu esasların birincisi: Nokta-i istinad, “kuvvet” yerine “hak”tır. Ya’nî kuvvetli olan haklı değil, bilâkis haklı olan kuvvetlidir. Bu esâsın netîcesi ve meyvesi ise adâlet ve tevâzündür. Haklı olanın, kânun kuvvetine dayandığı, hukukunun muhâfaza edildiği bir sistem içinde yaşayan ferdlerin ve böyle ferdlerden müteşekkil bir cemiyetin bünyesinde huzursuzluk, adâletsizlik ve emniyetsizlik değil, bilâkis ferdler, cemâatler ve topluluklar arasında uyum, adâlet, huzûr ve emniyet hâkim olacaktır.
İkincisi: Hedef-i kasdı menfaat yerine fazîlettir ki, bunun netîcesi ve meyvesi de muhabbet ve tecâzübdür. Ya’nî haklının hakkına saygı gösteren; ilim ve irfân ile mücehhez; şefkat ve merhameti unutmayan, yardımlaşmayı ihmâl etmeyen fazîletli insanlardan oluşan bir toplumun ferdleri arasında muhabbet ve birbirine bağlılık kavî olacak; güven ve îtimat yerleşecek; toplumda huzur hâkim olacaktır.
Üçüncüsü: Kitleler arasındaki râbıtası, kavmiyetçilik, milliyetçilik, ırkçılık yerine din birliği, vatan birliği, sınıf birliğidir. Aynı vatanda yaşayan, aynı dîne inanan insanların aralarında husûmeti, ayrılığı, mücâdeleyi gerektirecek mes’eleler olamaz. Zîrâ insanların dînini, vatanını, işini değiştirmek gibi bir imkânı her zaman vardır. Ancak kişinin kavmini, ırkını, milliyetini, anne-babasını seçmek ve değiştirmek gibi bir tercîh hakkı yoktur. O zaman bu husûsiyetler kişiye değer katan özellikler olmadığından başkasının kavmine ve ırkına göre muâmele etme tarzı en başta insânî bir hareket değildir. İnsânî olmayan ve insana yakışmayan tavırlar cemiyet içinde eninde sonunda terk edilmeye mecbûr olunacağından, kişiler insanları ırkî husûsiyetleri ile değil, kendi kazandıkları özellikleri ile değerlendirip sevmeye alışacaklardır. Bu ise toplumdaki hakîkî birlik ve berâberliğin te’minâtıdır.
Dördüncüsü: Hayâttaki düsturu, cidâl yerine teâvündür; muâvenettir; yardımlaşmadır ki, bunun da netîcesi, meyvesi ittihad ve tesânüddür. Ya’nî birlik ve beraberlik içinde, birbirine yardımcı olarak ortak bir hayât sürmektir. Ki Üstâd Bedîüzzamân bu husûsu hayâtın ta içinden, “kâinat kitabından” okumak sûretiyle misâllendirmektedir: “Hâlık-ı Kerîm’in kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itâatle imtisâl edilen düstur-u teâvünle; nebâtât hayvanâtın imdâdına ve hayvanât insanların yardımına koşmasından tezâhür eden o umûmî kanunun Rahîmâne, Kerîmâne cilvelerini cidâl zannedip, ‘Hayat bir cidâldir’ diye ahmakâne hükmetmişsin. Acaba bu düstur-u teâvünün cilvesinden olan zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevk ile beden hüceyrelerinin gıdalandırılması için koşmaları, nasıl cidâldir? Nasıl bir çarpışmaktır? Belki o imdâd ve koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teâvündür.” 6
Gözümüz önünde bitkilerin hayvanların imdâdına, hayvanların insanların yardımına koşmalarını tersinden okuyup “Hayat mücâdeledir” diye hükmeden Batı medeniyetine karşılık hâdiseyi doğru okuyan ve yiyeceklerdeki vitamin, mineral, protein, yağ v.s.’nin beden hücrelerini gıdalandırmak, onların ihtiyâcını karşılamak gâyesi ile koşmalarını gören ve gösteren İslâm medeniyeti hayâtın cidâl değil, yardımlaşmadan ibâret olduğuna hükmetmiştir. Zerrelerin bedenin yardımına koşmasını gören insaf, Güneşin de dünyâdaki umum mevcudâtın imdâdına koşturulduğunu fark edip hükmünü ona göre vermelidir. Bu yardımları aldığını gören vicdânın, başkalarının yardımına koşma sorumluluğu da bulunduğunu idrâk ederek hareket etmesi ve hayâtına bu düsturla istikamet vermesi, böyle ferdlerden müteşekkil cemiyetlerin de huzur ve güven içinde olması tecrübe edilmiş hakîkatlerdendir. Ferdleri doğru İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu fiilleriyle yaşayarak gösteren İslâm devletlerine bakmak, bu hakîkati görmek için yetecektir.
Beşincisi: Câzibedâr hizmeti, hevâ yerine hüdâdır. Ya’nî İslâm medeniyetinin insana kazandırdığı özellik, ona yüklediği vazîfe, gösterdiği gâye nefsinin arzûlarını tatmîn, hevesini kamçılayıp süflî emellerine ulaşmayı kolaylaştırmak değil; insâniyeten terakkî, rûhen tekemmüldür.
Maddeci Batı felsefesi ile, İslâm felsefesini temelinden ayıran noktalardan birisi insanı tanıma ve anlama tefekkürleri arasındaki farkta gizlidir. Maddeci felsefe insana ve hattâ kâinâta maddî yönü ile bakıp, insan hayâtını 70-80 senelik bir ömür ile sınırlarken; İslâm tefekkürü bu hayâtı ebediyete, sonsuzluğa uzatır. Kütüphâneler dolusu kitapları dolduracak gerekçelerin sonunda varılacak hüküm, maddeci Batı felsefesinin kâinâtı yanlış okuduğu ve dolayısıyla bütün himmetini insanın dünya mutluluğuna hasrettiği halde onu da başaramadığı hakîkatidir. Zîrâ, insanın ma’nevî yönünü ve lâtîfelerini görmezden gelen maddeci felsefe, bu sebepten insanın bütün benliğini kaplayan “ebed, ebed!” feryatlarını susturamadığı müddetçe hiçbir şeyle insanı tatmîn edemeyecektir. Bedîüzzamân bu husûsu şu cümleleri ile ne kadar vecîz anlatır:
“Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem rûhunda, hem vicdânında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musîbetlerle musîbetzede olmuş ve azâba düşmüş bir adamın, cismiyle zâhirî bir sûrette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi? Ona mes’ud denilebilir mi?” 7
Tek kanatlı bir kuştan nasıl uçması beklenemezse, yalnızca maddî bedeni hedef alınıp ma’nevî duyguları ve lâtîfeleri ihmâl edilen bir insanın da mes’ûd olması beklenilemez. Bu eksikliği dolayısıyladır ki, Batı medeniyeti insana vaadettiği mutluluğu tattıramamış, onu mes’ûd edememiştir.
Halbûki İslâm tefekkürü, haramı men, helâli teşvîk sûretiyle insanın maddî yönünü ve bedenini hem muhâfaza hem tatmîn ettiği gibi; âhiret îtikadı ile “ebed!” feryatlarını susturup, ulvî ideâller ve fazîlet düsturları ile de manevî yönünü doyurmuş, insanı iki cihan saadetine namzet eylemiştir.
Özetleyecek olursak, insanın mâhiyetini teşhîs edemeyen, onu yanlış tanıyan Batı medeniyeti gerek ferd ferd, gerekse toplum olarak insanın ve insanlığın dünyâsını da âhiretini de berbât etmiş; onu mutluluktan, huzûrdan, saadetten mahrûm bırakmıştır. Onun içindir ki, reddedilmeye, terk edilmeye, husûmete müstehâktır.
İnsanı, insanın yaratıcısının ta’rîfiyle tanıyan ve değerlendiren İslâm medeniyeti ise, iki cihan saadetini te’mîn eden husûsiyetleri ile kabûle, bağlanmaya, dostluğa ve bâkî kalmaya müstehâktır.

Dipnotlar:
5- Sünûhât, s: 61.
6- Mesnevî-i Nûriye, s: 130.
7- Lem’alar, s: 119.

Okunma Sayısı: 1557
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı