06 Ocak 2012, Cuma
Sevgili evlâtlarım!
Sizlerden ayrılalı elli iki gün oldu. Sizlerin beni özlediğiniz kadar ben de sizleri özledim. Elbette bir gün gelecek hepimiz birbirimize kavuşacağız. Ancak bunun için ben acele etmiyorum; siz de acele etmeyiniz.
Sizlerden ayrıldığım son günü hepiniz hatırlıyorsunuz. Benim, asıl memleketime, vatan-ı aslîme, ekser dost ve ahbabımın bulunduğu âhiret yurduna doğru yola çıktığım günü. Bir daha dönmemek üzere çıktığım yolculukta beni bırakmamak için, benden ayrılmamak için ne kadar gayret gösterdiğinizi biliyorum. Sizin ne kadar hüzünlendiğinizi, ne kadar telâşlandığınızı, nasıl ağladığınızı hâlâ görür gibiyim. Elbette ki ben de sizlerden ayrılmak istemiyordum. Akrabalarımın ve sevdiklerimin çoğunun bu tarafta olduğunu bilmeme rağmen, sizlerden ayrılmak mecbûriyetinde olmak kolay kabûl edilebilecek bir şey değildi. Ancak bir taraftan da artık hayâtın tekâlifi omuzlarımdaki ağırlığını iyice hissettirmeye başlamıştı. Hareketlerim yavaşlamış, sıkıntılarım çoğalmış, en sevdiklerim de olsanız, sizlere yük olmanın arefesinde olduğumu hissetmenin sıkıntısı beni huzûrsuz etmeye başlamıştı. Benim hayâtta hemen her hayırlı arzûmu yerine getiren, ihsân eden Rabbim kulunu böyle bir sıkıntıya da muhâtap etmeden memurunu gönderip beni huzûruna dâvet etmişti. Bir taraftan sizlerden ayrılmanın hüznünü yaşarken, bir yandan da aslî vatanıma gitmenin heyecânını duyuyordum.
Size çıktığım son yolculukla ve burada karşılaştıklarımla ilgili biraz bilgi vermek isterim:
Sizlerden ayrılıyor olmanın hüznü, yeni ve görmediğim bir memlekete gitmenin şaşkınlığı içinde bir arkada bıraktığım sizlere, bir beni bekleyen geleceğe bakarken yavaş yavaş yukarılara doğru çıkarılıyordum. Yukarıdan hergün namazlarımı kıldığım Ulu Cami’yi; hem yuvamız, hem dershanemiz olan evimizi; hâlâ eksiklerimiz olmasına rağmen îman ve Kur’ân hizmetinde kullandığımız yeni dershanemizi; doğduğum köyü ve beni teşyî etmek için uzak mahallerden gelen kardeşlerimi, gönül dostlarımı gördüm. Bir ferdi olarak hep iftihar ettiğim şahs-ı mânevînin beni sahiplenmiş olduğunu görmenin huzûru, bilmediğim bir memlekete gitmenin ve ne ile karşılaşıp nasıl karşılanacağından emîn olamamanın telâşına karıştı. Hüzün ve endîşe ile buğulanmış gözlerimin önünden Elmacık Köyü, kabristanı ve kabristandaki kalabalık yavaş yavaş uzaklaştı; küçüldü ve nihayet kayboldu.
Ben iki yanımda-–güzelliklerini sizlere tarif edemeyeceğim—iki melek ile bilmediğim bir âleme doğru yükseldim; yükseldim. Nihayet yedinci kat semâ dedikleri bir yere geldik. Burası öyle parlak bir yer ki ben tarif edebilsem bile sizin anlayabilmeniz imkânsız. Burada, dünyadan benden önce gelen mü’mînler ile karşılaştık. Bir anda kendimi büyük bir kalabalığın içinde buldum. Bana geldiğim yerden haber sormaya başladılar. Şaşkınlığımdan ne yapacağımı bilemez bir hâlde iken birden çok iyi tanıdığım sîmalarla karşılaştım. Karşımda üç kişi duruyordu. Kendileri ile dünyada iken karşılaşmamış olsam da, resimlerinden çok iyi tanıdığım üç kişi:
Hâfız Ali Ağabey, Zübeyir Ağabey ve Tâhirî Ağabey…
Aman Allahım! Bir ânda neye uğradığımı şaşırdım. Ne söyleyeceğimi, nasıl davranacağımı bilemedim. Ama aynı zamanda tarifi imkânsız bir sevinç ve huzûr duydum. Onlar ise mütebessim çehreleri ile beni süzüyorlardı. Nihayet Zübeyir Ağabey beni omuzlarımdan tutup kendisine çekti ve hasretle kucakladı. Sonra diğer ağabeylerle kucaklaştık. Ben ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmeyen şaşkın insanlar gibi dururken Zübeyir Ağabey yavaşça kulağıma fısıldadı:
“Gel kardeşim!”
Benim koluma girip kalabalık içinde açılan yollardan yürüttüler. Nihayet yeşillikler içinde, rengârenk çiçeklerle süslü, bahçesinde şırıl şırıl dereler akan, kubbeleri güneş altında altın gibi parlayan çok büyük bir saraya geldik. Dünyada “Cennet gibi” diye anlattığımız manzaraların bile yanında sönük kaldığı, anlatılamaz ve anlaşılamaz güzellikleri olan bir yerdi burası.
Nihayet bahçede bir kameriye altında birkaç kişi ile sohbet eden nur yüzlü, şahin bakışlı birisini gördüm. Aman Allahım! Bu ne saadet, bu ne mazhariyetti! Dünyada iken müştak olduğum, ama ziyaretine gidip görüşemediğim Üstadım karşımda duruyordu. Nasıl oracıkta yığılıp kalmadığımı hâlâ anlayabilmiş değilim. Bir anda kendimi yeniden havalanmış, uçmaya başlamış gibi hissettim. Cennet kokusu olduğundan asla şüphe etmediğim kokular içinde kendimi Üstadım’ın kollarında buldum. Beni kucaklayıp bağrına bastı:
“Hoş geldin kardaşım Kâzım!”
“Hoş bulduk Üstadım” bile diyemedim. Sanki dilim tutulmuştu. Beni karşısına oturttu ve sordu:
“Şaşkınsın değil mi?”
Yavaşça başımı salladım.
“Niye şaşarsın ki keçeli!” dedi.
“Bu gördüklerini, yaşadıklarını dünyada iken de okumadın mı?”
“Mevt, vazîfe-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdîl-i mekândır, bir tahvîl-i vücuttur, hayat-ı bâkiyeye bir dâvettir, bir mebde’dir, bir hayat-ı bâkiyenin mukaddimesidir.”
Başımı eğdim; gözlerimi yumdum. Kulaklarımda sanki Hasan Hüseyin’in sesi yankılanıyor gibiydi:
“Ve yümît. Yani, mevti veren O’dur. Yani, hayat vazîfesinden terhîs eder, fâni dünyadan yerini tebdîl eder, külfet-i hizmetten âzâd eder. Yani, hayat-ı fâniyeden, seni hayat-ı bâkiyeye alır.
İşte şu kelime, şöylece fâni cin ve inse bağırır, der ki:
Sizlere müjde! Mevt îdam değil, hiçlik değil, fenâ değil, inkıraz değil, sönmek değil, firâk-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki, bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhîstir, bir tebdîl-i mekândır. Saâdet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visâl kapısıdır.”
Kendimden geçmişçesine dinliyordum. Ses o kadar net, o kadar berrak ve o kadar gür geliyordu ki, sanki umum kâinat dile gelmiş konuşuyordu. Hasan Hüseyin kardeşin sesi kâinatın her yerinden, her köşesinden, her zerresinden geliyordu.
Gözlerimi açtığımda Üstadımı mütebessim bir çehre ile bana bakarken gördüm. İki ellerini yanlara doğru açarak sanki içinde bulunduğumuz hâle dikkatimi çekti:
“İşte Kâzım kardaşım, dünyada okuduğun, dinlediğin hakîkatleri şimdi gözlerinle görüyorsun; bilfiil yaşıyorsun. Ne mutlu sana ki, okuduklarına inandın. Kur’ân’ı dinledin; Risâle-i Nur’a kulak verdin. Şimdi mükâfâtını görüyorsun. Ancak göreceklerin bu kadar değil. Burası sâdece bir başlangıç. Burası berzah; bir ara âlem. Asıl mükâfât ileride gelecek. Şimdi yalnızca pencereden seyrediyorsun. Bizzat içine girip yaşayacaklarını düşün.”
Evet yavrularım; Rabbimiz’e nihâyetsiz hamd-ü senâlar olsun ki, bize îmânı, İslâm’ı nasîp etti. Bizi Kur’ân’a, Risâle-i Nur’a muhâtap etti. Bu sâyede okuduğumuz hakîkatlara görür gibi îmân ettik. Burada daha net görüyoruz. Sizler de inşâallah bir gün göreceksiniz. Ama sakın acele etmeyiniz. Bu haberlerden sonra buraya gelmek için sabırsızlanmayınız. Burası mükâfât yeri. Ancak mükâfât, orada yapılan vazîfelerin derecesine göre artıyor. Siz vazîfe mahallindesiniz. Vazîfenizi tam ve kusursuz yapmaya çalışınız. Bana ulaştırılan emâneti ben de sizlere mîras bıraktım. Size bıraktığım en hayırlı mîras Risâle-i Nur hizmetidir. Bu emânete sahip çıkınız ve sizden sonrakilere ulaştırınız. Hizmetleri aslâ aksatmayınız; ikinci sıraya koymayınız. Îmân ve Kur’ân hizmeti hep birinci önceliğiniz olsun. Sizler bu terbiyeyi aldınız; evlâtlarınıza da ulaştırınız. Ben sizlerin bunu yapacağınıza inanıyorum ve sizlere güveniyorum.
Allah’a emânet olunuz evlâtlarım!
Babanız
Okunma Sayısı: 7017
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.