İnsanların iç dünyalarında hissettikleri “âidiyet duygusu” insana bahşedilmiş ehemmiyetli lâtifelerden olsa gerek. Zîrâ insanın acz ve zaafını hissettiği, kendisini yalnızlık duygusuna kaptırdığı beşerî hâlleri olabiliyor. Eğer insan İslâmî, îmânî, Kur’ânî bir kültürden, bir idrâkten mahrûm ise acz ve zaaftan kaynaklanan yalnızlık ve kimsesizlik hissiyâtı o insanın dünyasını karartmaya yetip-artacak sebeplerden birisidir.
Uzun süren hastalığımız müddetinde olduğu gibi, son ameliyat ve ameliyat sonrası dönemde bu duyguları bire-bir yaşamış olmamız, bu konuda en azından tecrübeye bağlı bir kanaata sahip olmamızı netice verdi. Aynı zamanda Nur Talebesi olmanın, Risâle-i Nur gibi bir kaynaktan istifâde etmiş olmanın şahsım açısından ne kadar kıymetli, değerli, paha biçilmez bir mazhariyet olduğunu da yakînen anlamış oldum. Ve anladım ki, hadsiz duygularla, mütenevvî hissiyâtla donatılmış olan insanoğlu bu duyguları nasıl yönlendireceğini, nasıl kullanacağını bilmezse târifsiz sıkıntılar çekebilir. Eğer bilebilirse hayâtının değerini de anlar, başına gelen hâdiselerden nasıl istifâde edebileceğini de idrâk eder.
Otuz Üçüncü Sözün Otuz Birinci Penceresinde Üstad, insanın üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye ayna olduğundan bahseder.1 “Ayniyet itibarıyla âyinedarlık”, “misliyet itibarıyla âyinedarlık” ve “zıddıyet itibarıyla âyinedarlık” şeklinde tasnif edebileceğimiz bu husûsiyet insanın hem kendisini, hem Rabbini tanıyıp bilmesinde çok önemli üç özellik. İşte biz insanoğlu olarak bize verilen duyguların, hissiyâtın, istidâdın lisânını anlayabilir, okuyabilirsek kendimizi tanımamızda, Rabbimizi tanımamızda ve hayâtı anlamamızda çok ihtiyaç duyduğumuz özelliklerin farkına varmış oluruz.
Acz ve zaaf, Rabbimiz tarafından mâhiyetimize yerleştirilmiş, sözünü ettiğimiz duygularımızdan ikisi. Ve ne yazık ki, insanoğlu zaman zaman kendisinde bulunan bu duyguların varlığını unutuveriyor. Dünya hayatına ve meşgalesine o kadar dalıyor, Rabbinden o kadar gaflet ediyor ki, mâhiyetindeki zaaf ve aczini aklına bile getirmiyor. Ne zaman ki bir musîbetin, bir hastalığın tahrîkiyle uyanıyor, işte o zaman işin farkına varmaya başlıyor. Eğer işin hakîkatine vâkıf ise, eğer İslâmî bir kültür almış ise, bunu bir fırsata çevirmesi bile mümkün. Ancak eğer bu idrâkten mahrûm ise işte o zaman dünyası kararıyor, yükü ağırlaşıyor ve kaldıramadığı ağırlıkların altında eziliyor. Çâre vesîlesi olarak gördüğü doktorların, hastanelerin, ilâçların yetersiz kaldığını; bir işe yaramadığını; ağrılarını dindirmediğini aylar boyunca gören, yaşayan bir insanın içine düştüğü ruh hâlini tasavvur edebiliyor musunuz?
İşte hastalığımız, mâhiyetimizde mevcûd olan acz ve zaafın farkına varıp kendimize mâlik ve hâkim olmadığımızı, ölümsüz olmadığımızı, kendi kendimizi idareden âciz olduğumuzu idrâk etmemize vesîle oldu. Öyle ki, bir gün önce güya kendimize hâkim olduğumuzu, kendi ihtiyaçlarımızı karşılayabildiğimizi düşünürken; bir gün sonra bırakın ihtiyaçlarımızı karşılamayı, ayakta bile duramadığımızı, atmaya çalıştığımız adımlarımızın bizim irâdemize tâbi olmadığını görmemiz, mâhiyetimizdeki acz ve zaafın tokmak tokmak başımıza inişini fark etmemize sebep oldu. Eğer biz İslâmî bir anlayışı hazmedememiş olsa idik, eğer otuz beş yıldır istifâde etmeye çalıştığımız Risâle-i Nur kültüründen haberdar olmasaydık; yalnızlık, çâresizlik, ümidsizlik girdabına yuvarlanmamız işten bile olmayabilirdi. Çünkü düne kadar “benim” dediğim ayaklarım beni dinlemez, bedenimi tekellüfsüz taşıdığını zannettiğim bacaklarım vücûdumu taşıyamaz olmuştu. Şükür ki, kadere îmânımız var. Şükür ki, başımıza gelen musîbetlerin hikmetini anlamaya çalışacak kadar Risâle-i Nur kültürümüz var. Şükür ki, gelen hastalığı gönderenin kim olduğunu idrâk edecek İslâmî şuûrumuz var. Ve şükür ki; başımıza bir musîbet, bir hastalık geldiğinde bizi aslâ yalnız bırakmayan, hâlimizi soran, yardımımıza koşan, nesebî kardeşten daha ileri kardeşlik bağlarına şâhid olduğumuz cemaatimiz var.
“Birimiz şarkta, birimiz garpta, birimiz cenupta, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak, biz yine birbirimizle beraberiz.”2 hakîkatını hayatına yansıtmış olan böyle bir cemaatin mensûbu olmak, şükrü kolay ifâ edilebilecek bir mazhariyet değil.
Ameliyat öncesi ve sonrasında telefon ve internet yolu ile Türkiye’nin değişik il ve ilçelerinden o kadar çok “geçmiş olsun!” mesajı ve duâ müjdesi aldım ki, nasıl bir şahs-ı mânevîye mensûb olduğumu yakînen ve daha iyi anladım. Rabbim bütün ağabey ve kardeşlerimizden ebeden râzı olsun! Onların duâlarının benimle olduğunu bilmenin gönül huzûru ile doluyum ve “hastanın duâsı makbûldür” ümîdiyle bütün ağabey ve kardeşlerime duâ ediyorum.
Patenti kendisine mi âittir, yoksa o da başkasından mı duymuştur bilemiyorum, ama muhterem Osman Körükçü kardeşimin bir sözü vardır. Şahsı veya bir başka kardeşimiz cemaat içinde herhangi bir güzelliğe muhatap olduğunda “Kanaatim var ki, Nurculuk güzel bir şey!” şeklinde lâtife yapardı. Daha önceden de bunun idrâkinde olmakla birlikte, son yaşadığım hâdiseler vesîlesiyle ben de gönül rahatlığı ile ifâde etmek istiyorum ki;
“Hakîkaten Nurculuk güzel bir şey!”
Dipnotlar:
1- Sözler, s: 627.
2- Şuâlar, s: 470.