"Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada İslâm'ın sadası olacaktır."

Piyasalar

Diyânet, hocalar ve Risâle-i Nur

Cemil Arıkan
20 Kasım 2013, Çarşamba
Bir süre önce, mahallemizdeki câmide bir namaz sonrası birkaç kişi sohbet ederken, umreden dönen câmimizin imam hatîbi heyecanla umrede yaşadığı bir hâtırayı anlattı.
 İfâdesine göre Mekke’de bir sohbet esnâsında yine Türkiye’den görevli gitmiş bir hoca efendi, namazdaki teşehhüdde okunan tahiyyât duâsıyla alâkalı bir hakîkatı anlatmış. Bizim hoca efendi de bunu ilk defa duyduğu için çok heyecanlanmış ve bize aynı heyecanla hislerini şöyle ifâde etti:
“Yâhû arkadaşlar! Bizim, namazların teşehhüdünde okuduğumuz tahiyyât duâsı, Mi’râc hâdisesinde Cenâb-ı Hak ile Resûlûllah (asm) arasında geçen konuşma imiş biliyor musunuz?”
Altıncı Şuâ’yı def’alarca okumuş birisi olarak gayr-ı ihtiyârî, acı acı gülümsediğimi îtirâf etmeliyim.
Üniversite me’zûnu, hizmet senelerinin belki de yarısını ikmâl etmiş ve hakîkaten kültürlü olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir hoca efendi, tam da mesleğini ilgilendiren, kendi memleketinden çıkmış orijinal bir hakîkati, memleketinden uzak bir mahâlde, bu kadar seneden sonra tevâfuken öğrenebiliyor. Hayret edilesi bir hâdise değil mi?
Mahallemizdeki câmimizin, çoğu câmide bulunmayan zengin bir kütüphânesi de bulunduğunu burada ifâde etmeliyim. Memleketimizde her câmide zengin bir kütüphâne bulmak kolay bir hâdise değil. Hattâ bazı câmilerde bırakın kütüphâneyi, kitaplık bulmak bile pek mümkün değil. İlk emri “Oku!” olan bir dînin mensuplarına ve ibâdet mahallerine böyle bir durumun yakışıp yakışmadığı ayrıca düşünülmesi gereken bir husus. Bu husûsu düşünmek, düzeltmeye çalışmak ve iyileştirilmesi yönünde gerekli tedbirleri almak Diyânet İşleri Başkanlığı’nın görevleri arasında olması gerekmiyor mu? Oysa ki Diyânet’in kuruluş kànûnunda “din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” gibi bir ibâre mevcud. Demek ki bu husûsu rahatlıkla Diyânet’in vazîfeleri arasında sayabiliriz. Bu konuda Diyânet İşleri Başkanlığı’nın, üzerine düşen sorumlulukları lâyıkıyla yerine getirdiğini söylemek maâlesef mümkün görünmüyor. Onun içindir ki, gerek ferd ferd halkımız ile, gerekse cemâatler ve tarîkatler ile camilerimizin ve vazîfelilerinin arasında olması gerektiği kadar yumuşak, sevecen ve sıcak bir ilişki göremiyoruz. İstisnâ olarak görülebilecek ve genelde bazı vazîfeliler özelinde bu sıcak ilişkiyi hissedebileceğimiz câmilerimiz yok değil. Ancak maâlesef yeterli değil. Bu yüzden olsa gerek bir taraf cemâate umursamaz bir tavırla yaklaşırken, öbür taraf da çoğunlukla tenkitvârî bir tavırla yaklaşıyor. Peki “Nur Talebesi” olarak bizlerin tavrı nasıl olmalı?
Her müşkülünü Risâle-i Nur’a müracaat ederek çözmeye alışmış birisi olarak bu hususta da yine Risâle-i Nûr ölçülerine göre bir değerlendirme yapmamız gerektiğine inanıyorum. Bu cümleden olarak, bu yazımızda-–gâyet muhtasar da olsa—Risâle-i Nur penceresinden Diyânet’in, buna bağlı olarak hocaların vazîfelerine ve bu vazîfelerin ne kadarının yapılabildiğine bakmaya çalışacağız. Bunun için öncelikle bazı noktalara dikkat çekmek gerekiyor:
* Diyanetin vazîfesi ve kuruluş gâyesi nedir?
* Bedîüzzamân’ın ve Risâle-i Nûr’un Diyânet’e bakışı nasıldır?
* Bedîüzzamân’ın ve Risâle-i Nûr’un Diyânet’ten beklentileri nelerdir?
* Diyânet ve hocaların Risâle-i Nûr’a bakışları nasıldır?
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın vazîfesi, kendi kuruluş kànûnunda şöyle târif edilmiş:
“Madde 1- İslâm Dininin inançları, ibâdet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibâdet yerlerini yönetmek üzere; Başbakanlığa bağlı Diyânet İşleri Başkanlığı kurulmuştur.”
Gerek tarifteki “ibâdet yerlerini yönetmek” ibâresinden, gerekse yürütülmekte olan uygulamalardan anlaşıldığı kadarıyla Diyânet’in vazîfe kapsamı Türkiye Cumhûriyeti hudutları ve T. C. vatandaşları ile sınırlıdır. Elbette ki Diyânet’in gerek yapılanmasında, gerek kendi içindeki yönetmelik, genelge v.s. gibi vasıtalarla uyguladığı faaliyetlerde belirli bir görev plânı, yürütme ve uygulama esasları belirlenmiştir. Ancak günlük hayatta görülen eksiklik ve aksaklıklardan, ana konularda noksanlıklar ve yetersizlikler olduğu anlaşılmaktadır. Ki, belki de bu eksikliklerin ana sebebi, var olan resmî görev ile, “olması gereken” arasındaki farklılıklardan kaynaklanmaktadır.
Üstâd Bedîüzzamân Said Nursî’nin Diyânet’e bakış açısı, görev alanları ile ilgili düşünceleri ve buna bağlı olarak da Diyânet’ten beklentileri ise çok daha farklı ve kapsamlıdır. O’nun, “Diyânet dâiresi, Meşîhat-ı İslâmiye gibi, yalnız Türkiye’nin din muallimi değil, belki umum âlem-i İslâm’a Meşîhat-ı İslâmiye yerine alâkası, nezâreti, münâsebeti var.”1 tarzındaki beyânı açıkça gösteriyor ki Bedîüzzamân Diyânet teşkilâtına bütün Âlem-i İslâm’ı kuşatan, bütün dünya Müslümanlarına karşı alâkadar, Osmanlı’nın Meşîhat-ı İslâmiyesi gibi, hattâ onun yerine ihdâs edilmiş olması gereken bir teşkilât nazarıyla bakmaktadır. Buna bağlı olarak Diyânet teşkilâtından beklentisi de bir hayli geniş ve farklıdır.
Âlem-i İslâm’ın ve Müslümanların içine düşmüş olduğu vahîm durum, Osmanlı’nın çöküşünden sonra Müslümanların imâmesi kopmuş tesbih gibi dağılmaları, Müslümanları gerek ferd ferd, gerekse toplum olarak ortaçağ şartlarında “tevkîf eden hastalıklar…” Bütün bunlar ve topyekûn bir silkinmeyi ve uyanmayı gerektiren şartlar, bu yolda hizmet edecek kişi ve kuruluşların da mevziî şartlar tahtında değil, umûmî bir gayret ve himmet tahtında hizmetlerini plânlamak ve yürütmek zorunda olduklarını gösteriyor. Bunu gören ve âlem-i İslâm’ın hastalıklarını teşhîs eden, hattâ çıkış yollarını da ortaya koyan (2) Bedîüzzamân’ın düşüncelerini anlamak, onun Diyânetten nasıl bir fonksiyon beklediğini de açıkça gösterecektir.
Bedîüzzamân’ın Diyânetin misyonu ile alâkalı başka ilginç tesbitlerini de burada nazara vermek gerekiyor:
“Âlem-i İslâm o Diyânet dâiresine karşı tam hüsn-ü zan etmek, sû-i tevehhüm etmemek, husûsan bu zamanda ziyâde lüzûmu var. Hem de Türkiye ile ittifak etmeyen İslâmî hükûmetlerde o mübârek dâireye karşı sû-i tevehhüm gelmemesine büyük bir vesîlesi olan ve âlem-i İslâmın her tarafında, belki Avrupa’da takdîre mazhar olmuş Risâle-i Nur, o Diyânet dâiresini hem şerefini muhâfaza ediyor.”3
Bu ifâdeler, “ittihâd-ı İslâm” arayışında hem vazîfelilere, hem o hizmetten istifâde edenlere düşen yükümlülükler husûsunda da ilginç ip uçları vermektedir. Özetle, Diyânet dâiresinin âlem-i İslâm’a karşı vazîfeleri bulunduğu gibi, Müslümanların da Diyânet dâiresine karşı vazîfeleri vardır ki, bunların başında ”hüsn-ü zan etmek, sû-i tevehhüm etmemek” husûsu en önde gelmektedir. Zîrâ, özellikle Osmanlı’nın yıkılıp Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluşundan ve Türkiye’de tek parti dönemindeki icrâatlardan sonra âlem-i İslâm’da Türkiye’ye karşı bir soğukluğun olduğu ve Türkiye’nin irtidât etmiş bulunduğu yanlış fikrinin Müslümanlar arasında yaygın bir görüş hâline geldiği târihin gerçeklerindendir. Şüphesiz bu yanlış fikrin yıkılması ve Türkiye’deki İslâmî hizmetlerin mevcûdiyetinin bilinmesi husûsunda Risâle-i Nûr’un değerli hizmetleri vardır. Ancak maâlesef Risâle-i Nur ve Bedîüzzamân açısından, bu hizmetler imkânlar nisbetinde, olması gerektiği gibi ve muvaffakiyetle netîcelenmesine rağmen, Diyânet açısından, gerek kuruluş ve görev alanlarındaki sınırlılık, gerekse vazîfe icrâsındaki fevkalâde şartlar dolayısıyla eksik veya yetersiz kalmıştır.
Îman hizmetinin yalnızca Diyânet’e âit bir hizmet olmayıp bütün mü’minlere Cenâb-ı Allah tarafından verilmiş bir vazîfe olduğu nass-ı Kur’ân’la sâbittir. (emr-i bi’l ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker.)4 Dolayısıyla her mü’min Kur’ân’ın bu emrine istinâden îman hizmeti ile mükelleftir. Hadîs-i Şerîf’in tebşîriyle her yüz senede bir geleceği haber verilen5 müceddidlerden olduğu ehl-i insafca da tasdîk edilen Bedîüzzamân da, gerek Kur’ân’ın emri, gerek Hadîs-i Şerîf’in müjdesi gereği, îmânın zaafa düştüğü âhirzamanda bu îman ve Kur’ân hizmetini omuzlarına almış ve bu uğurda da maddî ve manevî hiçbir zorluktan, imkânsızlıktan, eziyet ve işkencelerden çekinmemiştir. Bu uğurda hiç kimseden bir korkusu veya şahsî bir beklentisi olmayan Bedîüzzamân’ın tek isteği asrın müceddidi olarak ortaya koyduğu Kur’ân tefsîri olan eserlerine sâhip çıkılması, bu husûsta kendisine Kur’ân nâmına yardım edilip, destek olunmasıdır. Zîrâ, bu asırda “Kur’ân’ı asrın idrâkine söyletmek” en güzel, en mükemmel şekli ile Risâle-i Nur vâsıtası ile olacaktır.
Onun içindir ki Bedîüzzamân, çeşitli sebep ve gerekçelerle bu îmân hizmetine mesâfeli duran veya lâkayd kalan hocalara sitem etmiştir:
“Ey insafsızlar! Neden hem vazîfeniz, hem medresenin mahsûlü, hem size farz-ı ayn gibi lüzûmu bulunan bu hizmet-i îmâniyede bana yardım etmiyorsunuz? Belki de sizin lâkaydlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. İmam-ı Ali’nin (ra) âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedâr oluyorsunuz”6
Bu cümlelerden açıkça görülüyor ki, Diyânet ve hocalar Risâle-i Nur eksenli îman ve Kur’ân hizmetine mesâfeli durmakla ciddî manada vebal altında kalmaktadırlar. Çünkü, en başta îman hizmeti Diyânet’in ve hocaların vazîfesi iken, bu vazîfelerini-–en azından—eksik yapmaktadırlar. İkinci olarak kendilerine farz-ı ayn olan bir vazîfeyi ihmâl etmektedirler. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi onların lakâydlığını gören mü’minlerin de bu önemli îman hizmetine şüpheyle bakmalarına ve dolayısıyla da hizmetten uzak durmalarına sebep olmaktadırlar. Bu durum, hizmetin ilk yıllarında böyle olduğu gibi bugün bile Müslümanların bu hizmeti anlamalarında ve sahip çıkmalarında önemli ölçüde atâlete ve yavaşlamaya sebep olmaktadır. Hem resmî vazîfelilerin yetişmelerinde zamanın ihtiyaçlarına uygun irşad metodlarının kullanılması açısından, hem de câmi cemâatinin istifâdelerine medar olacak hizmet metodlarına yaklaşımı açısından.
Bedîüzzamân için âhirzamandaki îman ve Kur’ân hizmeti o kadar önemlidir ki, bu hizmete dağdaki çobandan, zamanın devlet erkânına kadar herkesin iştirâkini temîn etmeye çalışmıştır. Bu cümleden olarak zamanın Diyânet İşleri Başkanı Merhum Ahmet Hamdi Akseki’ye yazdığı bir mektub ile Diyânet’in bu hizmete sâhip çıkmasını, böylece de vâzîfesini lâyıkıyla yapmasını te’mîn etmeye çalışmıştır.
“Benim bu şiddetli tesemmüm hastalığım vefâtımla netîcelenmesi düşüncesiyle, sizi Nurlara benim bedelime hakîkî sâhip ve hâmi ve muhâfız olacağınızı düşünerek, üç sene evvel mükemmel bir takım Risale-i Nur’u size vermek niyet etmiştim. Fakat şimdi hem mükemmel değil, hem tamâmı değil; fakat ekseriyet-i mutlaka eczâları Nur şakirtlerinden gayet mühim üç zatın on on beş sene evvel yazdıkları bir takımı sizin için hastalığım içinde bir derece tashîh ettim” diyen Bedîüzzamân, o eserlerin üç manevî fiyatından birisini de şöyle tavsîf etmektedir:
“Siz mümkün olduğu kadar Diyânet Riyâsetinin şu’belerine vermek için, mümkünse eski huruf, değilse yeni harfle ve has arkadaşlarımdan tashîhe yardım için birisi başta bulunmak şartıyla, memleketteki Diyânet Riyâsetinin şu’belerine yirmi otuz tane teksîr edilmektir. Çünkü hâricî dinsizlik cereyânına karşı böyle eserleri neşretmek, Diyânet Riyâsetinin vazîfesidir.”7
Bu mektûbun üzerinden 60 küsur yıl, tam 15 Diyânet İşleri Başkanı geçti. Asrın en gözde îmânî eserlerinin kıymetini bütün İslâm âlemi, neredeyse bütün dünya anladı. Kırkın üzerinde dünya diline tercüme edilen bu eserler Japonya’dan Almanya’ya, Amerika’dan Avustralya’ya kadar gayr-i Müslim devletlerde bile kütüphânelere girdi. Yeryüzünde Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en çok okunan kitaplar ünvânını kazandı. Ama bırakın Diyânet’in, Bedîüzzamân’ın vasiyet mâhiyetindeki mektûbuna istinâden teksîr etmesini, maâlesef–istisnâlar hâriç—Türkiye’nin câmilerine bile girebilmiş değil. Bedîüzzamân’ın, bazı mâzeretlerini göz önünde bulundurarak “bir derece affettiği”8 hocalar, artık o menfî şartlar bulunmamasına rağmen hâlâ Nurlara ekseriyetle soğuk bakmakta, mesâfeli durmaktadır. Bir ara medyada Diyânet İşleri Başkanımız Sayın Prof. Dr. Mehmet Görmez’in, Risâle-i Nur Külliyâtının Diyânet tarafından neşredileceğine dâir beyânını okuduk. Eğer bu gerçekleşirse Diyânet hem “farz-ı ayn derecesindeki bir vazîfesini” yerine getirmiş, hem de büyük bir vebâlden kurtulmuş olur. Yoksa ba’zı hocalarımız, neredeyse yüz yıl önce bu topraklarda doğmuş nice hakîkatleri uzak memleketlerde duyup cemâatlerine hayretle anlatmaya daha çoook devam ederler.
             
Dipnotlar:
1- Emirdağ Lâhikası YAN. 1998, s: 401.
2- Târihçe-i Hayat YAN, 1998, s: 79 ve devamı.
3- Emirdağ Lâhikası YAN, 1998, s: 401.
4- Âl-i İmran Sûresi/104. âyet, Tevbe Sûresi/71. ve 112. âyetler.
5- Barla Lâhikası YAN, 1998. s: 117.
6- Emirdağ Lâhikası YAN. 1998, s: 186.
7- A.g.e, YAN. 1998 s: 258-259.
8- A.g.e, YAN. 1998 s: 186.
Okunma Sayısı: 6612
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.

Yorumlar

(*)

(*)

(*)

Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. İstendiğinde yasal kurumlara verilebilmesi için IP adresiniz kaydedilmektedir.
    (*)

    Namaz Vakitleri

    • İmsak

    • Güneş

    • Öğle

    • İkindi

    • Akşam

    • Yatsı