“Şark husûmeti, İslâm inkişâfını boğuyordu; zâil oldu ve olmalı. Garp husûmeti, İslâm'ın
ittihâdına, uhuvvetin inkişâfına en müessir sebeptir; bâkî kalmalı.”1
Geçenlerde bir kardeşimiz yukarıdaki ifâdelerden anlamamız gerekenleri bir yazımızın konusu yapmamızı istedi. Biz de anlayabildiklerimizi paylaşmaya çalışacağımız husûsunda kendilerine söz verdik.
Risale-i Nur söz konusu olduğunda “Ben şu mevzûyu tam olarak anladım; Üstad burada şu hakîkatleri kastediyor” diyerek konuyu toparlamak bize göre mümkün değildir. Zîrâ Risale-i Nur öyle bir külliyat ki, her okuduğunuzda âleminize, idrâkinize yeni yeni hakîkatlerin açıldığını görürsünüz. Sanki Kur’ân-ı Hakîm’in ma’nâ tabakaları, onun bir tefsîri olan Risale-i Nur’a da yansımış gibidir. Onun için biz de aşağıda beyân edeceğimiz düşüncelerin, yukarıdaki cümlelerin ifâde ettikleri hakîkatlerin sâdece bizim kısır fehmimizle anlayabildiğimiz çok cüz’î bir kısmı olduğunu peşînen söylemek durumundayız.
Aslında mes’elenin iyi anlaşılabilmesi için söz konusu cümlelerin geçtiği “Rü’yâda Bir Hitâbe” başlıklı bölümü baştan itibâren müdakkik bir nazarla okuyup cümle cümle, kelime kelime irdelemek gerekir. Ancak burada böyle bir imkânımız olmadığından biz sâdece mezkûr cümleleri ele alarak anlayabildiğimiz hakîkatleri ifâde etmeye çalışacağız.
Her şeyden önce konumuzun temelini teşkîl eden “Şark husûmeti” ve “Garb husûmeti” tâbirlerinin ne ma’nâya geldiğini ortaya koymamız gerekiyor.
Konunun bütünlüğü içinde baktığımızda “Şark” kelimesinin “İslâm Medeniyeti”ni, “Garb” tâbirinin de “Batı Medeniyeti”ni temsîl ettiğini düşünebiliriz. Ya’nî “şark husûmeti” denilince anlamamız gereken şey “İslâm Medeneyeti”ne olan husûmet olduğu gibi; “garb husûmeti” tâbirinden de anlamamız gereken batı medeniyetine olan soğukluk, düşmanlık ve husûmet olmalıdır.
Burada dikkat etmemiz gereken çok önemli bir husus vardır. İslâm medeniyeti dediğimizde anlaşılacak olan şey bellidir; Kur’ân ve onun getirdiği hükümler. Ancak “Batı medeniyeti” tâbiri îzâha ve belirli bir tasnîfe muhtaçtır. Batı medeniyeti belirli hükümleri ve kuralları bünyesinde barındıran bir husûsiyete sâhip değildir. Ya’nî Batı medeniyeti tâbirinden herkes aynı şeyleri anlamıyor. Bu tâbir, bahseden kişinin kast ve niyetine göre farklılık arz etmektedir. Ba’zıları “Batı medeniyeti” deyince “hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adâlet ve hakkâniyete hizmet eden fünunları ta’kîb eden” ve bir başka tâbirle “Avrupa medeniyeti” denilen bir medeniyeti kastederken; ba’zıları ise “felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden” bir medeniyet anlayışını kastetmektedir. Bu duruma Üstad Bedîüzzaman, Lem’alar isimli eserinde şöyle dikkat çekmektedir:
“Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle hayât-ı içtimâiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adâlet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları ta’kîb eden bu birinci Avrupa’ya hitâb etmiyorum. Belki, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitap ediyorum.”2
Üstad Bedîüzzaman ferd olarak insana nasıl bakıyorsa, cemiyet olarak toplumlara da öyle bakmaktadır. Söylemek istediğimizi açacak olursak; Üstad kişiye de, cemiyete de “toptancı” bir zihniyetle yaklaşmaz. Her ferdin olduğu gibi, her toplumun, her düşünce sisteminin kabûl edilebilir, uygulanabilir, faydalı yönleri de; reddedilmesi gereken, zararlı yönleri de bulunabileceğini nazara verir. Onun içindir ki, ba’zı çevrelerin yaptığı gibi Avrupa’yı ve “Batı”yı ne toptan herşeyiyle kabûl, ne de reddeder. Yukarıdaki ifâdeler bunun en güzel delîlidir. Buna göre bizim konunun îzâhını yapmaya çalışırken kullandığımız “garb ve garb husûmeti” tâbirlerinden topyekûn Avrupa veya topyekûn “Batı” anlaşılmamalıdır.
“Şark husûmeti” mes’elesini de iki yönden ele almak gerektiğini düşünüyoruz.
Birincisi: Âlem-i İslâm’ın içinde yaşayan, “dâhilden” diyebileceğimiz, fakat düşünce îtibâriyle “batı medeniyeti”nin te’sîrinde kalmış “aydın” kesimin husûmeti.
İkincisi ise âlem-i İslâm’ın dışındaki, batıyı ve batılı düşünceyi temsîl eden, İslâm’a muârız olan kesimin husûmeti.
Gerek dâhil, gerekse hâric kaynaklı “şark husûmeti” hakîkaten İslâm’ı boğuyordu. Dâhildeki Kur’ân medeniyetine muârız olan, en azından yetersiz gören kesimlerin Müslümanların şevkini kıran, onları ümidsizliğe atan, çalışma azmini baltalayan görüş ve gayretlerine ilâve olarak, hâriçteki İslâm ve Kur’ân düşmanlarının İslâm medeniyeti aleyhine yaptıkları bütün çalışmalar İslâm’a yapılan darbeler hükmüne geçiyordu.
Hâricî İslâm ve Müslüman düşmanlarının İslâm coğrafyasında yaptıkları tahrîbatlar, savaşlar, tahakkümler, aldatmalar, gasp ve gâretler Müslüman coğrafyaları fakir ve âciz bırakırken; batı medeniyetini hâkim kılmak isteyen dâhilî ve hâricî mütegallibelerin maddeye dayalı yoğun çalışmaları da İslâm medeniyetine hâkim kılınmaya çalışılıyordu. Maddî imkânlar kullanılarak yapılan yoğun propagandalar vâsıtasıyla Müslümanların kafaları karıştırılıp kalblerine şüphe tohumları ekilmeye çalışılıyordu.
Âlem-i İslâmın ve zaman içinde de-–bugün yaşayarak görmeye başladığımız gibi—bütün insanlığın huzûr ve güvenini tehdîd eden bu “şark husûmeti” Bedîüzzamân’ın ifâde ettiği gibi zâil oldu ve olmalı.
Garb husûmeti ise yine Bedîüzzaman’ın ifâdesi ile İslâm'ın ittihâdına, uhuvvetin inkişâfına müsbet te’sîr edeceğinden devâm etmeli; bâkî kalmalı.
Pekî, “garb ve garb husûmeti” tâbirlerinden anlamamız gereken nedir? Neden bâkî kalmalı?
“Garb” tâbirinden batı medeniyetinin, “garb husûmeti” ifâdesinden de felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden “ikinci Avrupa”ya husûmetin anlaşılması gerektiğini yukarıda beyân etmiştik. On yedinci Lem’anın Beşinci Notasında Üstad, “ikinci Avrupa”ya husûmetini gösteren tâbirlerle hitâb eder. “Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh!.. Ey beşerin nefs-i emmâresi!.. Ey sefâhet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa!”3 gibi tâbirlerle hitâb ettiği “ikinci Avrupa”nın, “bâkî kalmalı” dediği garb husûmetinin tam muhâtabı olduğu âşikârdır.
Üstad, “medeniyet-i habîse” adını verdiği ve “ondan yalnız zarar gördük” dediği medeniyet-i hâzıranın “nazar-ı Şeriatta merdûd” olduğunu söyler. Üstad’a göre bu medeniyetin günahları sevablarına galebe ettiğinden, insanlığın faydasını düşünenler o medeniyeti yok addetmişlerdir. O medeniyet, insanlık intibâha geldikçe, uyandıkça yıkılmaya, çökmeye mahkûm; sefih, mütemerrid, gaddar; ma’nen vahşî bir medeniyettir.
Husûmete lâyık, yukarıdaki sıfatları hâiz olan batı medeniyetini şerîatın reddettiğini bildiren Bedîüzzaman, bunun sebeplerini de şöyle sıralar:
“Çünkü, beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinâdı kuvvettir; o ise, şe’ni, tecâvüzdür. Hedef-i kastı, menfaattır; o ise, şe’ni, tezâhümdür: Hayatta düsturu, cidâldir; o ise, şe’ni, tenâzu’dur. Kitleler mâbeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsûriyet ve menfî milliyetdir; o ise, şe’ni, böyle müthiş tesâdümdür. Câzibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşcî ve arzûlarını tatmin ve metâlibini teshîldir; o hevâ ise, şe’ni, insâniyeti derece-i melekiyeden dereke-i kelbiyete indirmektir, insanın mesh-i ma’nevîsine sebep olmaktır. Bu medenîlerden çoğu, eğer içi dışına çevrilse, kurt, ayı, yılan, hınzır, maymun postu görülecek gibi hayâle gelir.”4
Üstad’ın yukarıdaki îzahlarına dikkat ettiğimizde “garb medeniyeti”ne neden husûmet etmemiz gerektiğini çok daha iyi anlıyoruz. Zîrâ bu medeniyetin omurgasını teşkîl eden beş ana esâsı, beş temel direği var. Aslında insanlığın hayrına, refah ve huzûruna-–en azından dünya hayâtı cihetiyle—hizmet edeceği; insanlığı insana lâyık hayat standartlarına ulaştıracağı iddiâsıyla va’z edilen bu esasların, hakîkatte insanlığı nereye götürdüğü Bediüzzaman’ın tesbitlerinden daha iyi anlaşılıyor.
Birincisi: Bu medeniyetin nokta-i istinâdı “kuvvet”tir. Ya’nî dayandığı, temel aldığı esas, kuvvettir. “Kuvvetli olan haklıdır” hükmünü esas tutar. Kuvvetin husûsiyeti ise tecâvüzdür. Eğer siz kuvvetli olanı haklı kabûl ederseniz o kişiyi, o grubu, o cemiyeti tecâvüze; başkalarının hakkını gasbetmeye sevk edersiniz. Bu da insanlığın hayrına, mutluluğuna, huzûruna hizmet etmez. Bil’akis zararına, mutsuzluğuna, huzûrsuzluğuna vesîledir. Bu düsturun uygulandığı toplumlarda gasb, gâret, zulüm, haksızlık alıp başını gidecek, insanların huzur ve güveni selbolacaktır. Nitekim yaşayarak görüyoruz.
İkincisi: Yine bu medeniyetin “hedef-i kastı”, gâyesi “menfaattir”. Ya’nî insanlar menfaati için çalışır, menfaatlerinin peşinde koşarlar. Bu anlayışın netîcesi, semeresi, meyvesi ise tezâhümdür; birbirine sıkıntı, zahmet vermektir. Asıl gâyesi menfaatini te’mîn etmek olan insanın, o yolda başkalarına verdiği zahmete, sıkıntıya ehemmiyet vermeyeceği âşikârdır. Bunun netîcesi ise huzursuz, tedirgin bir toplum hayâtıdır.
Üçüncü esas: “Hayatta düsturu cidâldir.” Bu anlayışa göre, hayat mücâdeleden ibârettir. İnsanlar; hattâ hayvanât ve nebâtât bile birbirleri ile mücâdele hâlindedir. Kendi hayâtını devam ettirebilmek için mücâdele etmeye mecbûrdur. Bu anlayışın şe’ni, netîcesi, meyvesi ise tenâzu’dur. Ya’nî nizâ’ etmek, kavga çıkarmak, düşmanlık beslemektir. Birbiriyle devamlı çekişen, kavga eden, mücâdele eden toplumlardaki içtimâî hayâtın alacağı şekli idrâkinize havâle ediyoruz.
Dördüncü esas: “Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsûriyet ve menfî milliyetdir.” Toplulukları, grupları, cemiyetleri birbirine bağlayan râbıtalar unsûriyet ve menfî milliyet, ya’nî ırkçılıktır. Bunun şe’ni, netîcesi ise müthiş tesâdüm ya’nî müsâdeme, ya’nî şiddetle çarpışmaktır. Bu husûsu en güzel anlayabilecek durumda olanlar bugün bu ülkenin sınırları içinde yaşayan bizler değil miyiz? Bin yıldır bir arada kardeşçe yaşayan toplumların arasına bir “frenk illeti” olarak atılan ırkçılık tohumlarının bugün insanımızı nereye getirdiğini söylemeye gerek var mı?
Dipnotlar:
1- Sünuhat, s: 61, 2- Lem’alar, s: 119, 3- Lem’alar, s: 120
4- Tarihçe-i Hayat, s: 118