11 Eylül 2012, Salı
Kainâtın ve insanlığın yaradılış gâyesi, Cenâb-ı Hakk’ı tanımak ve marziyyâtı dâiresinde amel ederek Onun rızâsını kazanmak; Ona hakîkî muhâtab olabilmektir. “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”1 buyuran Hâlık-ı Zü’l-Celâl, bu gâyeyi açık ve net olarak Kelâm-ı Kadîminde beyân buyurmuştur.
Şüphesiz ki bu gâyeye ulaşabilmenin çeşitli yolları vardır. Hangi yol ta’kîb edilirse edilsin kişiyi asıl hedefe ulaştıracak olan şey Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde ve eksiksiz olarak ibâdetlerini îfâ etmek, ubûdiyyetini hakkıyla yerine getirmektir. İbâdeti hayattar yapan, ona rûh kazandıran, hakîkî ibâdet yapan unsur ise ihlâstır. Bedîüzzamân’ın ifâdesiyle “İbadetin ruhu, ihlastır. İhlâs ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir fayda ibadete illet gösterilse, o ibadet batıldır. Faydalar, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.”2
Peki günümüz Müslümanları olarak bizler bu gâyeye uygun hareket edebiliyor, ibâdetlerimizi ve harekâtımızı ihlâs düsturları dâiresinde yerine getirebiliyor, Allah’ın rızâzını asıl gâye yapabiliyor muyuz? Ubûdiyyetimize Allah’ın rızâsını kazanmanın dışında bir takım tâlî gâyelerin karışmasına ma’nî olabiliyor muyuz? Kısaca, ubûdiyyetimizde “illet” ön plânda mıdır; yoksa hedefimizde bir takım “hikmet”ler mi söz konusudur?
Gerek ferd ferd Müslümanlara, gerek toplu olarak cemiyete baktığımız zaman maalesef tam ihlâsa uygun hareket edebildiğimizi söylemek kolay görünmüyor. Hâl ve hareketlerimizden, tavır ve davranışlarımızdan bu durumu okumak hiç de zor değil. Günlük hayâtımıza müdakkik bir nazarla göz gezdirdiğimizde bu hükmün pek de yabana atılır bir husûs olmadığını söylemek çok iddiâlı bir görüş olmasa gerek.
Bu hükmümüzün haksız veya yanlış bir hüküm olduğunu düşünenlere şöyle bir çevrelerine ibret nazarıyla bakmalarını salık veririz. Hergün ve hayâtın her safhasında gördüğümüz manzaralar bizim bu hükmümüzde insafsız davranmadığımızı gösteriyor.
Caddede yürüyen mütesettir(!) kızımızın kıyâfetine baktığımız zaman maalesef birinci gâyesinin Allah’ın emrini yerine getirmekten çok, "örtülü desinler" kaygısından kaynaklandığını okuyoruz. Vücud hatlarını tamâmen ortaya koyan kısa kollu bluz, t-shirt ve pantolonların, hattâ taytların üzerine bir baş örtüsü bağlayarak “örtündüğünü” düşünen bir hanımın biricik gâyesinin Allah’ın rızâsını tahsil olduğunu düşünebilir miyiz?
Bankanın kapısından giren mütesettir bir hanım veya sakallı bir beyefendinin “Beş bin TL. çekersem ne kadar geri öderim?” diye suâl sorarken Allah’ın rızâsına uygun hareket ettiğini nasıl düşünebiliriz?
Okul, câmi’, çeşme, v.b. hayrât yapan, yaptıran yardımseverlerimizin bu mekânlara kendi isimlerinin verilmesini şart koşmalarını hangi ihlâs düsturuyla bağdaştırabiliriz?
Bana en ibret verici gelen bir husûs ise dîni, rızâ-yı İlâhîyi, riyâyı, ihlâsı bilen; bilmesi gereken din adamlarının, televizyonlarda fetvâ makamı gibi ahkâm kesen zât-ı muhteremlerin bile hüküm verirken daha çok zamânın hassâsiyetine göre davranmaları, rızâ-yı İlâhîden önce insanları rahatlatmayı ön plâna almaya çalışmalarıdır.
Geçtiğimiz yıllarda ma’lûmunuz ülke, hattâ dünya çapında-–insanların vehimlerini kullanarak menfaat te’mîn etmek gâyesi güdüldüğü tarzında iddiâlar ortaya atılsa da—kuş gribi, domuz gribi gibi bulaşıcı hastalıkların tehdîdine ma’rûz kaldığımız dönemler yaşadık. Bu dönemde bizim yaşadığımız şehirde il müftülüğünün bir ta’mîmiyle bütün câmi’lerden tesbihler kaldırıldı. Gerekçe olarak da aynı tesbîhi başka başka insanların kullanması sûretiyle gribin yayılmasına engel olmak gösterilmişti. Aslında düşünce olarak doğru olan bu hareketin çıkış noktası, insanlara gelecek zararları engellemek sûretiyle Allah’ın rızâsını kazanmak niyeti gibi görünse de; câmi’lerle berâber insanların toplu bulunduğu yerlerde başka tedbirlerin söz konusu olduğu açıktır. Ancak tedbîrin alınış gâyesi “hikmet” düsturu olunca alınan tedbîr hem insanların tenkîdinden kurtulamıyor; hem de hedef noktasında tereddütler meydana gelmesine neden oluyor. Zîrâ eğer bu mes’elede gâye “insanları korumak vâsıtasıyla rızâ-yı İlâhî’ye mazhar olmak” olsa, alınması gereken sâir tedbirlerin de ihmâl edilmemesi gerekirdi. Halbûki sâir tehlikelere çâre arayışı husûsunda herhangi bir faâliyet görünmüyor. Bu da gâyenin “Ben tedbîrimi aldım” diyerek sorumluluktan kurtulma amacına yönelik olduğunu--en azından—düşündürüyor.
Bunlar ve bunlara benzer sâir hüküm, karar ve beyânlar, Bedîüzzamân’ın “Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten çıkarıyor.”3 hükmünün doğruluğunu tasdîk eden misâllerden yalnızca birkaçı. “Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı mestûresini izhâr ettiğinden, semâviyedirler.”4
Hâl böyle olunca gerek ilim erbâbı hükümlerinde, gerekse ferd olarak bizler uygulamalarımızda, amellerimizin ihlâs düsturlarını taşıyıp taşımadığını; asıl muharrikin “hikmet” mi, “illet” mi olduğunu iyi tahlîl etmeli, ibâdetin rûhu olan ihlâsı hareketlerimizin temeli yapmalı, fayda ve hikmeti illet yerine ikame etmemeye îtinâ göstermeliyiz.
Mevlâm hepimizi harekât ve ubûdiyyetinde tam ihlâsa muvaffak eylesin!
Dipnotlar:
1- Zâriyât Sûresi, Âyet :56
2- İşârâtü’l İ’câz s:142
3- Sözler; s:444
4- A.g.e; s:444
Okunma Sayısı: 1573
YASAL UYARI: Sitemizde yayınlanan haber ve yazıların tüm hakları Yeni Asya Gazetesi'ne aittir. Hiçbir haber veya yazının tamamı, kaynak gösterilse dahi özel izin alınmadan kullanılamaz. Ancak alıntılanan haber veya yazının bir bölümü, alıntılanan haber veya yazıya aktif link verilerek kullanılabilir.