Dar-ı bekaya irtihal eden Kâzım Erfidan ağabeye rahmet duâsıyla...
Risâle-i Nur ve Yeni Asya denince Uşak’ta ilk akla gelen isimdir Kâzım Erfidan. Yarım asrı geçen hizmet yıllarında her türlü sıkıntıya, zorluğa, baskı ve zulme göğüs germiş; her babayiğidin gösteremeyeceği fedakârlıkları göstermiş; gayûr, hamiyetli, azimli bir insandır. Yalnız şahsı ile değil, bütün aile efrâdı ile hizmeti sırtlamış, hizmeti hayâtının birinci gâyesi haline getirmiş; kısacası hizmetin nasıl yapılması gerektiğini bilfiîl göstermiş bir insandır.”
Gazetemizde “40. Yıl Röportajları” kapsamında 23 Aralık 2009 tarihinde yayınlanan röportajımızın baş tarafında yukarıdaki ifâdelerle takdîm etmişiz Kâzım Ağabeyi. Onun gibi bir insanı, bir “Nûr Talebesi”ni kelimelerle anlatmak zor iş. Hele onun kendine has hallerini anlayabilmek ve numûne-i imtisal kabîlinden, tanımayanlara anlatabilmek ondan da zor.
Sabah 08.16’da çalan telefonun Secaaddin Erfidan’dan geliyor olması bir anda ince bir sızının benliğimi kaplamasına sebep oldu. Her ne kadar böyle bir haberi beklemiyor olsam da, Kâzım Ağabeyimiz’in hastanede olduğunu bilmenin verdiği bir his olmalıydı içimi sızlatan. Secaaddin kardeşimizin “İnnâ Lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” fermân-ı İlâhîsini terennüm eden metîn sesi, içimi sızlatan endîşenin bütün benliğimi sarmasına sebep oldu. Bir gün önce İkindi namazından sonra hastaneye götürülmüş, akşam namazından sonraya kadar devam eden röntgen, tahlil ve muayenesinden sonra klinikteki odasına getirilmişti. Yatsı namazının akabinde H. Hüseyin kardeşimizle birlikte yaptığımız ziyaretimizde, hareket ettiği zaman nefes almakta zorlandığını, hareket etmezse pek fazla bir probleminin olmadığını ifâde etmişti. Yanında kaldığımız süre içinde kendisinden en çok duyduğumuz sözler, cemaatimize yaptığı duâ ifâdeleri idi. Her fırsatta “Cemâatimizden Allah râzı olsun! Hepinizden Allah râzı olsun!” diyor, kendisine gösterilen alâkadan memnûniyetini ifâde ediyordu. İçimizde çok fazla endîşe taşımadan, en kısa zamanda sıhhatine kavuşup yeniden aramıza, dershanemize döneceği inancı ve ümîdi ile ayrılmıştık yanından. Vâ esefâ ki, sabahleyin mezkûr haberle uyanmıştık bir bakıma. Sabaha kadar kaldığı hastanede, daha sabah ezanı okunur okunmaz-–sanki acelesi varmış gibi—sabah namazını kılmış, kendisinden sonra namazını kılan kızının son selâmı ile birlikte hafifçe bir titremiş, evlâdının kollarındaki başı bir anda yana kaymış ve yetmiş sekiz senedir taşıdığı emaneti tek nefeste Rabbi’ne teslîm etmişti. Ömrünce hep dinlediği, dinlemekle kalmayıp îmân ederek, hayâtıyla tasdîk ederek yaşadığı “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” hakîkatini fiîlen de göstermişti.
Bir taraftan üzerimize tevdî edilen, âhirete irtihâlinin dostlarının bir bölümüne duyurulması vazîfesini îfâ etmeye çalışırken, bir taraftan da Kâzım Ağabey’in hayât safahâtının tanıdığımız zamanları hayâlimizde canlanmaya başladı.
Kurban Bayramından birkaç gün önce yine nefes almakta problem yaşaması üzerine hastaneye kaldırılmış, iki gün hastanede kaldıktan sonra arefeden bir gün önce taburcu edilerek evinde istirahate çekilmişti. O günlerdeki en büyük endîşesi mukaddes topraklara hacı kafilesi götüren oğlu dönmeden emr-i Hakk’ın vâkî olması idi. Baba şefkatiyle hem sevenlerine bayram günlerinde hüzün yaşatmak istemiyor, hem de yüz küsûr kişinin mes’ûliyetini taşıyan oğlunu sıkıntıya sokmaktan korkuyordu. Zîrâ kendisi de yıllarca aynı sorumluluğu taşıdığından, oğlunun çekeceği sıkıntıları çok iyi biliyordu. Rabb-i Rahîm’i onun bir bakıma ızdırârî olan bu duâsını kabûl etmiş, oğlu vazîfesini bitirip dönene kadar kendisine mühlet vermişti. Hâl ve tavırları ile herkese örnek olan ‘Hacı Kâzım’, hayâtı ve inancı ile de imrenilecek bir hayâtın dersini veriyordu âdetâ.
Onun en birinci vasfı dâvâsına, Risâle-i Nûr’a olan sadâkatı idi. Her fırsatı mutlaka Risâle-i Nûr okuyarak değerlendirir, hiçbir dersi aksatmazdı. Derslere herkesten önce gelir, genellikle de en son giderdi. Ders esnâsında dikkat çekmek istediği bir cümle veya paragrafı kendisi anlamamış gibi davranır ve o kendine has tatlı şîvesi ile “Hasan Hüseyin, orayı bi daha bi şey et be!.” diyerek tekrar ettirirdi. Derslerin kalabalık olması, onun çocuk gibi sevinmesi için yeterli bir sebepti. Hizmetle ilgili bir faâliyette hep aceleci idi. Alınan kararın bir ân önce uygulamaya sokulmasını, yapılacak bir şeyin hemen yapılmasını isterdi. Bu yüzden kendisinden çok “fırça” yediğimi hatırlıyorum. Bayram öncesi hastaneye yattığında ziyaretine gitmiştik. Biz odasına girince yanındakiler kalkıp bize sandalye ikram ettiler. Ancak o beni sandalyeye oturtmadı; yanına çağırdı. Yatağının kenarına iliştim. Belli ki bana söyleyeceği bir şey vardı. Elini omuzuma koydu ve aynen şöyle dedi:
“Abi (hizmetle birazcık ilgilenenlere kendisinden küçük bile olsa “abi” demek gibi bir alışkanlığı vardı) o kapıyı bir an önce yaptırın. Parasını şey etme (düşünme) ben ayarladım”
Dershanemizin terasa çıkışında merdivenlerin bitimine bir kapı yaptırıp yukarıdan gelen soğuk havayı kesmek istiyorduk. Ancak maddî problemlerden dolayı bir süre gecikmişti. Kast ettiği kapı o idi.
Onu ne zaman görsek elinde ya bir kitap olurdu, ya da gazete. Kendisi çok okuduğu gibi gençlerin de okumasını ister, bu konuda elinden gelen yardımı esirgemezdi. Eğer birisi iş yerine gelir, ilgi ile kitapları inceler ve sonra da kitap almadan gitmeye kalkarsa onu mutlaka durdurur, eğer parasızlıktan dolayı alamadığını hissederse o kitabı o kişiye hediye ederdi. Bu Kurban Bayramında kendisini ziyârete gittiğimizde yanında yirmi-yirmibeş kadar, Yasemin Güleçyüz Hanımefendi’nin kaleme aldığı “Şefkat Kahramanları” isimli kitabından görmüştük.
Ne olduğunu sorduğumuzda da kendisini ziyarete gelen gençlere şeker yerine kitap hediye ettiğini söylemişti.
Hayatı ile insanlara çok şeyler anlatan kişilerin, ölümleri ile de ne kadar çok şey anlatabileceklerini de göstermişti Kâzım Ağabey. Sabah sekiz buçuktan sonra verilen haberlerle, İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Isparta, Afyon, Kütahya, Denizli, Eskişehir, Bursa v.s. gibi yerlerden yüzlerce kişiyi birkaç saat içinde Uşak’ta toplamıştı. Onun ihlâsı, onun sadâkati, onun muhabbeti, onun samîmiyeti insanları cezb etmiş, yanına çekmişti. Kendisi bizzat hastanede olduğu için gelemeyen nice can dostu, dâvâ arkadaşı, telefonlara sarılıp tâziyetlerini sunarken, Uşak’taki cenaze namazına yetişemeyen nice dâvâ arkadaşı köydeki namazına yetişmeye çalışmış, yetişemeyenler evindeki ders ve sohbet halkasına iştirak etmişti. Bu kadar insanı uzak mesâfelerden celb ve cezb eden sır, Kâzım Ağabeyin hayâtıyla verdiği sadâkat, ihlâs ve samîmiyet dersinden başka ne olabilirdi ki?
Kâzım Ağabey dâr-ı bekaya irtihâl eyledi. O artık başka bir âlemde. Vefatından önceki akşam kendisine de söylediğimiz gibi o yokken dersane sanki boş gibi geliyordu bize. Şimdi biz o dersanemizi kiminle dolduracağız? Kim bize varlığıyla huzûr verecek? Kim bize şevk verecek; kim hizmete teşvîk edecek?
Ah Kâzım Ağabey, bundan sonra kim ezan okunur okunmaz “Haydin abey bi! Namazı bi gılıverem!” diye teşvîk edecek? Ders arası çay sohbetleri biraz uzayınca “Len arkideş, hadin gâri bi, ders yapmaceniz mi siz?” diye kim “fırça” çekecek? Derse gelmeyi aksatan birileri olunca kim “len abey şu adama ne oldu? Hasta mı, sâri mi? Gızdı mı, küstü mü bi bakamın bi yav!” diye yol gösterecek? Ve kim bize hâli ile, tavrı ile hizmeti, sadâkati, ihlâs ve samîmiyeti öğretecek? Kim dik durmayı, aslâ yalpalamamayı, eğilmemeyi, bükülmemeyi, yerinde muhkem durmayı öğretecek; kim bize numûne-i imtisâl olacak?
Ama hayır! Sen bakma böyle söylediğimize. Bakma sudan çıkmış balık gibi şaşırıp kaldığımıza. Bu sensizliğin ilk şoku, ilk şaşkınlığı. Yoksa sen bunların hepsini bize öğrettin! Hepsini bil-fiîl gösterdin. Ve arkanda evlâdınla, torununla, torununun çocuğuyla üç nesil bıraktın; üç Nurcu nesil! Onların senden tevârüs ettiği husûsiyetlerle, kendinin bilfiil gösterdiğin duruşlarla biz senin bıraktığın emânete sahip çıkacağız inşâallah! Senin öğrettiğin ihlâsı, samîmiyeti, sadâkati, mahviyeti, hizmet şevkini yaşatacağız. Senin bize bıraktığın gibi biz de kendimizden sonra gelen nesillere bırakacağız.
Ve seni dersanemizde, derslerimizde, aramızda, yanımızda müzâhir görecek, rûhâniyetini hissedeceğiz. Sen de kurulduğun Cennet köşklerinden bizleri seyredeceksin. Üstâdımızla ve Peygamberimizle (asm); inşâallah!