Hz. Bilâl’in (r.a.) okuduğu bu ezan 1400 sene, hiç değişmeden, aynı berraklığıyla aynı tazeliğiyle; Allah’ın birliğine, Muhammed’in (a.S.M.) elçiliğine, hep şahadet etti.
Hicrî 1, Milâdî 622. Mekke’de Müslümanlara eziyet had safhada. İbadetler gizli yapılıyor. Namaza açıktan davet edilemiyor.
Aynı yıl Medine farklı bir atmosferi yaşıyor. Mü’minler hürriyet ortamında serbest ibadet ediyorlar.
Kâinatın Efendisi, Nebiler Nebisi Aleyhisselatü vesselam namaza davetin, nasıl yapılması gerektiği konusunda, ashabıyla istişare halinde.
Mescid-i Nebevî inşa edilmiş, namaz açıktan kılınıyor. Ama, vakit namazlarının kılınacağı saatte, nasıl bir yöntemle mü’minler camiye davet edilmelidir?
Namaz daveti için çeşitli yöntemler ortaya atılıyor. Bir kısmı “çan çalınsın” diyor. Bir kısmı “ateş yakılsın” diyor. Bir kısmı “boru öttürelim” diyor. Bir kısmı “bayrak sallayalım” diyor. Ama Nebiler Nebisi (a.s.m.) bu tekliflerin her birisinin başka batıl dinlerin adetleri olduğu için hiç birisine sıcak bakmıyor.
Aradan fazla zaman geçmez, Hz. Abdullah bin Zeyd bir rüya görür. Rüyasında bu günkü şekliyle ezan Abdullah’a öğretilir. Aynı Rüyayı Hz. Ömer de görmüştür.
“Allahu ekber, Allahu ekber!
“Allahu ekber, allahu ekber!
“Eşhedü en la ilahe illallah!
“Eşhedü en la ilahe illallah!
“Eşhedü enne Muhammederresulullah!
“Eşhedü enne Muhammederresulullah...”
…………
Rüya Hz. Peygambere (a.s.m) anlatılır. Resulü Ekrem (a.s.m), ezanın bu şeklinin Bilâl’e öğretilmesini emir buyururlar.
“Bilâl oku ezanı! Kalk Bilâl! Oku!”
Köle Bilâl. Kölelikten azad olan Bilâl. Ezilen, horlanan, insan yerine konmayan; bir eşya gibi alınıp satılan Bilâl. Oku! Hz. Muhammed’in getirdiği dinle hürriyetine, hakkına, kişiliğine saygı duyulan Bilâl. Adam yerine konan Bilâl. Muhammed’in (a.s.m) müezzini olma şerefine çıkan Bilâl. “Oku Ezanı.”
Ve Bilâl bir sabah vaktinde Medine semalarını bu ezanla çınlatır.
“Allahu ekber! Allahu ekber!
“Eşhedü en la ilahe illallah!..’’
İlk ezanı O okumuştur.
Müşrikler, bu sebepten dolayı hem Hz. Bilâl, hem de Peygamberimizi (a.s.m.) alaya almışlardır: ‘’Muhammed bu kara kargadan başka ezan okutacak kimseyi bulamadı mı?’’
Bilâl. Bilâl bin Rebah. Bilâl-i Habeşi. Siyahî Bilâl. İlk ezanı okuyan kutlu insan.
Hz. Bilâl; İslâm’ın doğuş yıllarında Ümeyye b. Halef’in kölesiydi.
Bir gün Bilâl Resûlullah’ı (a.s.m) görmüş, ruhunun derinliklerinden gelen bir heyecanla Hz. Muhammed’i (a.s.m.) sevmiş ve Onun dinine iman etmişti. Ve o ilk Müslümanlardan olmuştu.
Hz. Bilâl’in Müslüman olduğu, kısa sürede Mekke’nin sokaklarında duyulacaktı. Bu haber Ümeyye b. Halef’in kulağına gidecek ve Ümeyye b. Halef çılgına dönecekti. İşte o günden sonra da, Hz. Bilâl b. Rebah için azap dolu günler başlayacaktı.
Hz. Bilâl’in efendisi Ümeyye b. Halef, Mekke’nin kızgın güneşinde Hz. Bilâl’i kızgın kumlar üzerine yatırır, karnına da, koca koca kayaları koyar ve tiksinti veren sesiyle; “Muhammed’e küfret, Lat ve Uzza’ya iman et’’ diye bağırırdı.
Hz. Bilâl’in sırtı, kızgın kumlardan yanar, kavrulur, göğsü daralır, nefesi kesilecek gibi olurdu; Kızgın kumların üzerinde, kayaların altında acıyla kıvranırdı.
Ama dudaklarından ‘’ Ehad... Ehad... Allahu Ehad’’ kelimeleri dökülüyordu.
Bu durum karşısında çılgına dönen Ümeyye b. Halef işkencenin her türlüsünü Hz. Bilâl’e uygular, fakat yine de Hz. Bilâl, Muhammed’inden (a.s.m.) ve imanından zerre taviz vermezdi.
Bu hal ve bu işkence günlerce sürüp giderken; oracıktan geçmekte olan Hz. Ebubekir (r.a) duruma muttali olur.
“Kaç para istiyorsan al, ama Onu serbest bırak” der Ümeyye b. Halef’e.
Ümeyye b. Halef razı olur ve kölesi Hz. Bilâl’i Hz. Ebubekir’e satar. Doğruca Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yanına götürür ve azad eder. Hürriyetine kavuşturur. Bilâl’in yerine de kendi kölesini Ümeyye b. Halef’e verir, üstüne de yedi ukiyye para verir.
Ezilenler, hakları yenenler, zulme ve gadre uğrayanlar; Hz. Muhammed’in (a.s.m.) yanında hakkı, hukuku, insanlığı ve hürriyeti buluyorlardı. O (a.s.m.), ayrım yapmadan, dersine, diline, ırkına, soyuna,sopuna bakmadan bütün insanları kucaklıyordu. Şefkatle sinesine basıyordu.
İşte sinesine bastığı şu siyahî köle, şu siyahî Bilâl’i de, kendine müezzin yapıyordu.
Hz. Bilâl’in (r.a.) okuduğu bu ezan 1400 sene, hiç değişmeden, aynı berraklığıyla aynı tazeliğiyle; Allah’ın birliğine, Muhammed’in (a.s.m.) elçiliğine, hep şahadet etti.
Ta ki, Ahir zaman adı verilen karanlık bir devrin başına kadar, hiç susmadı ve susturulmadı.
Birinci Dünya savaşına giren Osmalı orduları, topraklarının her tarafında, amansız düşmanlarına karşı on binlerce şehit vererek savaştı ve yenik düştü.
Toprakları yedi düvel tarafından işgal ve istila edildi.
Yeniden teşkilatlanan şehirler, yeni bir direnişe geçtiler. İşgal kuvvetlerine ve devletlerine karşı yeniden hürriyetin ve İslam’ın kurtuluş mücadelesini verdiler.
Ülke çapındaki özgürlük ve kurtuluş mücadelesinin sonunda; Osmanlının arta kalan bakiyesi üzerinde yeni bir devlet inşa ettiler. Adına da Türkiye Cumhuriyeti dediler.
Cumhuriyetin kurucularına baktığımızda, ilk göze çarpan şey, hepsinin de Hareket Ordusu içerisinde yer alan kurmaylar olduğu gerçeğidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin muasır medeniyet seviyesine çıkması için projeler üreten kafalar; öncelikle din üzerinde yoğunlaşarak, millette bir zihniyet değişikliği yapmak istediler. İşte o projelerin en önemlisi şuydu:
Kur’ân ve Ezan, Türkçeleştirilerek, dinde reform yapılacak, muasır medeniyet seviyesi yakalanacaktı. Zira; din bizi geri bırakmıştı, bu zihniyete göre.
Cumhuriyetin kurucularına fikir babalığı yapmış olan Ziya Gökalp, 1915’te kaleme aldığı Vatan şiirinde şöyle diyecektir.
“Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar mânâsını namazdaki duanın
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüda’nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın.’’
Ziya Gökalp gibi düşünen kurucu kadrolar ve o kadroların reisi Mustafa Kemal, Cumhuriyetin ilanından sonra, kafasındaki devrim ve değişiklik düşüncelerini hayata hakim kılmak için harekete geçecekti.
“Atatürk Aralık 1931’de Dolmabahçe Camii’ne çağırarak, ne gariptir ki sonradan Sultan Ahmet’te o ezan musikisi korosunu icra ettirecek olan Sadettin Kaynak’ın da içinde bulunduğu bir komisyondan (aralarında Hafız Burhan ile Hafız Nuri’nin de yer aldığı 9 kişilik bir komisyondur bu) Türkçe ezan üzerine çalışmalarını rica etmiş ve sonunda, Tanrı uludur, Tanrı uludur. Şüphesiz bilirim ve bildiririm; Tanrıdan başka yoktur tapacak…….şekli kabul görmüştür.’’1
‘’Ezanın Türkçesi olarak yukarıdaki metin kabul edildikten sonra, Diyanet İşleri Başkanlığı bir genelgeyle bu metni camilere göndermiştir. (18 Temuz 1932 tarih ve 636 sayılı genelge)2 “İsteyen Farsça, Fransızca veya Hintçe ezan okuyabilirdi! Yasak olan, sadece Arapça okunmamasıydı.’’3
Peki Türkiye’de Araplar da, Kürtler de yaşıyor. Türkçe ezanı anlamayan Arap, Türkçe ezanı anlamayan Kürtler nasıl namaz vaktini bilecekler. Adam Kürt, namaza Türkçe ezanla çağıracaksın, adam Arap, namaza Türkçe ezanla çağıracaksın. Ya; bunun hepsi Müslüman be birader. Arapça çağır da hepsi gelsin.
Arapça aslından okunsa da; Hem Türkler, hem Kürtler, hem de Araplar; Ezanı anlasa olmaz mı?
Farsça, Fransızca, Hintçe okunur; ama, Arapça okunmaz. Sanki, Türkiye’de Fransız ve Hintliler var ya, namaz kılan Müslüman olan.
Dolayısıyla, Türkçe ezan meselesinin halkın ibadet dilini anlaması daha iyi olur gibi, bir masum isteğin arkasında; bu milleti Kur’ân’dan soğutmak, dinden uzaklaştırmak gibi, bir art niyetin olduğu muhakkaktır.
DİPNOTLAR:
(1)Türkçe Ezan ve Menderes. Mustafa Armağan. Timaş. Yay. İst. 2010. S.14
(2) Age.s.14
(3) Age.s.16
Ezan-ı Muhammedi Aslına Dönerken