İsmail Hoca ile aynı evde kalıyorduk. Ev dediğime bakmayın siz anladınız… İsmail Hoca üniversitede okuyor bir yandan da imamlık yapıyordu. İmam evi olan bir camiye atanınca evden ayrıldı. Fakat neredeyse her akşam bizim eve uğrar biraz ders çalışır, sonra birden kaybolurdu. Mutfağımız kapının hemen yanındaydı. İsmail Hoca tabiî mutfağı da ziyaret eder sonra bisikletine biner giderdi.
Arkadaşın birisi memleketten o gün gelmişti ve gelirken de yemek için tavşan getirmişti. Tavşan yüzülmüş pişmek için hazır bir halde mutfakta bir gün sonraki nöbetçiyi derin derin düşündüren halet-i ruhiye ile birlikte bekliyordu. Gece yarısı yatmaya hazırlanırken işte o nöbetçi salona gülerek daldı.
- Tavşan kaçmış…
Kesilmiş, yüzülmüş bir tavşan nasıl kaçardı… Taşları yerine oturunca iş anlaşıldı. İsmail Hoca götürmüştü. Hemen gençlerle bir görev dağılımı yaptık. İsmail Hoca bu saatte o tavşanı pişiremezdi. Sabah okula gidecek, öğlen okulda yemek yiyecek ve ancak yarın akşam yemeği için hazırlayacaktı. Kimin kimlere haber vereceğini kararlaştırdık. Yarın akşam; akşam namazını İsmail Hocanın camisinde kılacaktık.
Operasyonun adı “DAVŞAN”dı… İsmail Hoca Akşam namazının farzını kıldırırken camiye girdik yaklaşık otuz kişi kadar vardık. Hoca huşu içinde namaz kıldırıyordu. Sünneti kılıp cemaate döndüğü an göz göze geldik. Bir anda bizi karşısında görünce içinden “Gitti bizim tavşan” diye geçirdi. Gülmemek için kendini zorladı. Duâyı uzatmadı Haşr Sûresi’ne La yestevi’den değil Hüvellezi’den başladı. Namazdan sonra sarıldık. Hep beraber İmam evine girdik. İsmail Hoca sofrayı kurmuş namazın sonunda yemek için tavşanı pişirmişti. Sofrayı genişlettik tavşana saldırdık. Bir tavşan yaklaşık otuz kişiye yetti!.. O günden kalan benim için güzel hatıra ise, yatsı namazı için ezanı ben okumuştum.