Sekülerizm, siyasi anlamda din ve devletin ayrılmasıdır. Seküler devletlerin resmi din veya ideolojileri yoktur ve tüm din ve ideolojilere eşit mesafededirler.
Fransa’da ortaya çıkmış ve Türkiye tarafından da tarihi olarak benimsenmiş olan laiklik ise sekülerizmin bir türü olarak sınıflandırılabilir. “Katı” sekülerizm diye de adlandırılabilecek Fransız/Türk laikliğinin ayırıcı özellikleri vardır. Dinler için ayrı ve “seküler siyaset” için ayrı alanlar belirleyen bu tür laiklik, devlet ile din işlerini ayırmaktan öteye gider. Dinin “özel” alandan dışarı çıkmaması gerektiğini savunur. Azınlık dini durumunda olduğu için devlet desteğine muhtaç olan dinlere karşı sosyal devlet yaklaşımını da reddeder. Bu açıdan homojenleştiricidir ve baskın dini görünüşte desteklemiyor olsa da dolaylı olarak dini çeşitliliğe tahammülü azdır.
1648 Vestfalya anlaşmasıyla ortaya çıkan ulus devlet yapılaşması sonrası Fransa’da dominant Katolik kilisesinin etkisini kırmak için formüle edilmiş olan laiklik zamanla Fransız Cumhuriyetinin resmi ideolojisi olmuş, sekülerizmden beklendiği gibi çoğulculuğu sağlayan bir alet olmaktan çıkmış, sorgulanması bile Fransız karakterine karşı bir taarruz sayılan bir dogma haline gelmiştir.
Peki “katı” laiklik, demokrasilerde en temel insan haklarından olan din ve vicdan özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile uyumlu mudur?
Demokratik ve insan hakları merkezli bir yaklaşımda, dinlere karşı baskı ve dışlayıcı tavır elbette kabul edilmemelidir. Fransız tarzı laiklik temel hakların kapsamını din lehinde yorumlamaktan kaçınır. Mesela dine hakaret ifade özgürlüğü kapsamına alınırken bu hakaretleri barışçıl yollarla eleştirmek bile “laik” karaktere aykırı görülür. Bu baskı din devlet ilişkilerinden öte siyasi hayata da yansır. Laiklik bir ideolojiye dönüşürse, ki tarihte böyle olmuştur, bu ideolojinin karşısında konuşlanan diğer seküler siyasi fikirler de baskılanacaktır.
Bizce demokrat devletlerin anayasası ve organları bu anlamda değil sadece demokratik laiklik anlamında seküler karakterde olmalıdır. Aksi halde devlet dinler karşısında taraflı olacaktır. Baskın ideoloji veya din her ne ise onun üyelerinin sözü geçecek, azınlık sesler baskılanacaktır. Bu ihlası da bozacaktır.
Günümüzde çoğunluğu Hristiyan olan demokratik ülkelerde Müslümanların kısmen de olsa dini vecibelerine göre yaşayabilmesinin sebeplerinin en başında bu seküler karakter gelir. Haklarının ihlal edildiğini düşünenler de yine bu karaktere güvenip mahkemelere gider ve çoğu zaman başarılı olur.
Bizce sürekli kendini sorgulayan, toplumda çoğulculuğu ve hoşgörüyü öne çıkaran bir yapı ülkemiz ve tüm demokrasiler için en idealidir. Bir uyuşmazlık olduğunda bu gözlükle olaylara bakılmalıdır. Örneğin bu doğrultuda, bir mahkeme salonunun duvarlarında ideolojik veya dini ibarelerin yer alması yararlı değildir. Bu bir homojenlik mesajı verir ve demokratik olmaz. Buna karşın isteyen hakimeler görev esnasında başörtüsü takabilmelidir. Mahkeme salonunun duvarındaki yazılar devletin ideolojisine işaret ederken, devlet görevlisinin dini görünürlüğü ancak o devletin bünyesindeki inanış ve yaşayış çeşitliliklerini yansıtacaktır.
Türkiye yıllarca katı laikliği benimsemiş ve bu sebeple travmalar yaşamış olduğu için demokratik ve kapsayıcı bir sekülerizmin faydasından hala tam emin olamamaktadır. Bu konuda hem iktidar destekçilerinden hem de muhalif taraftan gelen tepkiler bizde bu fikri uyandırıyor. İki ekstrem arasında gitmektense akl-ı selim kalmak ve orta yolu bulmak daha uygun olacaktır diye düşünüyoruz.
AB süreci sayesinde belki bir gün…