Bütün mevcudatın yaratıcısı olan yüce Rabbimiz Allah-u Teâlâ, Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların kardeşlik hukukunun nasıl olması gerektiğini ilgili ayetlerde bizlere bildirmiştir.
Uhuvvet konusu, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin eseri olan Risale-i Nur’da da Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerle paralellik arz eder. Çünkü Risale-i Nur, Mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri mahiyetindedir. Mektubat’ın 22. Mektubu Uhuvvet Risalesi başlığı ile özel olarak adlandırılmıştır. Üstad Bediüzzaman hazretleri Risale-i Nur’un genelinde Müslümanların birbirlerine uhuvvet bağı ile bağlanmaları gerektiğine dikkat çekmiştir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Risale-i Nur hizmetinin esasının kardeşlik olduğunu özellikle belirtmiştir. İhlâs Risalesi’nde uhuvvet ile alakalı geçen şu kısım Risale-i Nur’a göre uhuvvet nedir sorusuna çok isabetli bir cevap olacaktır:
‘Kardeşlerinizin nefislerini nefsinize; şerefte, makamda, teveccühte, hattâ menfaat-ı maddiye gibi nefsin hoşuna giden şeylerde tercih ediniz. Hattâ en latif ve güzel bir hakikat-ı imaniyeyi muhtaç bir mü’mine bildirmek ki; en masumane, zararsız bir menfaattir. Mümkün ise, nefsinize bir hodgâmlık gelmemek için, istemeyen bir arkadaş ile yaptırması hoşunuza gitsin. Eğer “Ben sevab kazanayım, bu güzel mes’eleyi ben söyleyeyim” arzunuz varsa, çendan onda bir günah ve zarar yoktur. Fakat mabeyninizdeki sırr-ı ihlâsa zarar gelebilir.’’ (21. Lem’a)
Nur şakirtlerinin en önemli vazifelerinden birisi uhuvvet hukukunu birbirlerine karşı gözetmeleridir. Üstad Bediüzzaman Hazretleri uhuvvetin sırrını ‘şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek’ olarak açıklamıştır. Kendini her anlamda Nur kardeşleri için feda edebilecek birinin ancak o zaman uhuvvet hukukunu korumuş olabileceğini Üstad Bediüzzaman Hazretleri defalarca vurgulamıştır.
Son olarak yine 21. Lem’adan geniş bir açıklama ile yazıya son vermek istiyorum:
‘Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şâkirane iftihar etmektir. Ehl-i tasavvufun mabeyninde “fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul” ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte “fena fi-l ihvan” suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna “tefani” denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır. Zâten mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlâd, şeyh ile mürid mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakikî kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Haliliye” olduğu için, meşrebimiz “hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmerd kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üss-ül esası, samimî ihlâstır.’