İlim adamları ve din âlimleri, uzun bir tahsil sonunda, çok okuyarak kitaplar yazmışlar, bilgilerini yazdıkları eserlerle gelecek nesillere taşımışlardır.
Onun için de her ilim adamının ve âlimin büyük bir kütüphanesi ve çok sayıda kalın kalın kitapları vardır. Oradan aldıkları bilgileri kendi düşünce süzgeçlerinden geçirip, yeni yorumlarla bilgi hazinesine yeni katkılarda bulunarak daha ileriye taşımışlardır. Bir kaç tane eser yazan bir yazarın bile büyükçe bir kütüphanesi mevcuttur.
Bugün Kur’an’dan sonra en fazla okunan, altı bin sayfalık Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Hazretleri’nin ne bir kütüphanesi vardı, ne de istifade ettiği cilt cilt kitapları vardı. Zaten bütün dünyalığı bir sepetin içindeydi. Kur’an-ı Kerim’den başka bir kaynak kitabı yoktu. Sadece üç aylık bir medrese tahsili yapmış, o zaman zarfında belli başlı kitapları okumuş, okuduklarını da hafızasına almıştı. Bunları üç ayda bir ezberinden tekrar ederek, böylece kendi hafızasında bir kütüphane meydana getirmişti.
Mektubat adlı eserinde, üç yüzden fazla Hadis-i Şerifi ravileri ile beraber zikrederken, yanında hiç bir eser yoktu. Bunu kendisi şu şekilde ifade eder: “Nakil ve rivayet olmakla beraber, yüz sahifeden fazla olduğu halde, kitaplara müracaat edilmeden, ezber olarak dağ, bağ köşelerinde, üç dört gün zarfında her günde iki üç saat çalışmak şartıyla mecmuu on iki saatte telif edilmesi, hârika bir vakıadır.” ( Mektubat, 19. Mektup)
Bediüzzaman’ın da bir kütüphanesi vardı fakat, raflara dizilmiş, içerinde cilt cilt kitaplar olan bir kütüphane değildi. İstifade ettiği iki tane kitap vardı. Birisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi de Kur’an’ın geniş bir tefsiri olan kâinat kitabı. Onun için arz ve sema, büyük bir kütüphane, içerisinde bulunan canlı ve cansız her mevcut, bir kitaptan ibaretti. Bütün atomlar, hücreler, hava zerreleri, su katreleri, dağlar, denizler, ormanlar, bitkiler ve hayvanlar, birer laboratuvar, birer ders araçları idi. Onları mânâyı harfî ile okur, ondan sonra da kendi eserlerini yazardı. Zaten eserlerinin birçoğu, “sünühat” tâbir edilen, aniden akla ve kalbe doğan mânâlardan meydana geliyordu.
Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında yetişmiş fikir adamı, gazeteci ve bir din âlimi olan Hasan Basri Çantay, kendisine yöneltilen “Siz neden Üstad tarzında eserler yazmadınız” sualine, “Kardeşim, sizler Üstadın nasıl bir insan olduğunu bilmiyorsunuz. Kimse Üstadla mukayese edilemez. Onun kulağına üfleyen vardı” cevabını verir.
Bu kalbe gelen sünühat ise, her kalbe ilham olunan bir nimet değildir. Kişi önce zikri, fikri, düşüncesi, tefekkürü ve teşebbüsü ile bu ilhama zemin hazırlayacak ondan sonra Cenab-ı Hak nasip ederse o ilhama mazhar olacak. İşte Bediüzzaman, hayatını, ömrünü, dünyasını ve ahiretini feda eder derecede Kur’an ve iman âşığı olduğu için böyle bir hizmete muvaffak olmuştur.
Sözler adlı eserin konferans bölümünde, kütüphanesi olmayan bir âlim olan Bediüzzaman şöyle anlatılır: “Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur’ân-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arapça olan eserlerini te’lif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat.” (Sözler, s. 1225.)
Yarım ümmî ve kütüphanesi olmayan bir zatın yazdığı eserler, bugün kütüphaneleri dolduruyor, elli kadar dile çevrilmiş ve her dilden müslümanlar tarafından okunuyor. Bazı üniversitelerde Risale-i Nur kürsüleri kurulmuş durumda. Ne mutlu bu eserleri okuyup istifade edenlere.