Evvela Cahiliye devrini şöyle hatırlayalım.
Cahiliye devri deyince, İslâmiyetten önce insanlığın, (sadece Arap kavimlerinin değil) yaşadığı cehalet, ırkçılık, güçlülerin zayıfları ezmesi, kadınların ve özellikle kız çocuklarının hor görülmesi, onların çeşitli yöntemlerle ortadan kaldırılması gibi vahşet ve zulmet içinde bulunduğu bir devir akla gelir. Hak dinler bozulup, tesirini kaybettiği için değişik tanrı inançları ortaya çıkmış, putperestlik büyük ilgi görmüş, güçlü krallar tebasını kul ve köle olarak görmeye başlamışlardı. Tam bir zulmet cehalet hüküm sürüyordu. Yalnız cehalet deyince, sadece bilgisizlik akla gelmesin. O devirde de okumuş, tahsil yapmış, belli konularda ilim sahibi olmuş insanlar da vardı fakat, hak, adalet, ahlâk fazilet gibi duygular ortadan kalktığı için o ilimlerin ne kendilerine, ne de kavimlerine bir faydası olmuyordu. Cahillerin babası olarak nitelenen Ebu Cehil de cahil, bilgisiz bir insan değildi. Onun ve onun gibilerin cahilliği, Allah Resülünün (asm) getirmiş olduğu İslâmiyet nuruna karşı gözlerini kapamış olmaktan, hakikatlere kör ve sağır bulunmaktan, inat ve inkârlarından kaynaklanıyordu. Onun için o devirlere cahiliye devri deniyordu.
Güçsüz olanlar, soylu bir aileden gelmeyenler, köle olarak alınıp satılıyordu. Bazı kavimler daha vahşî, âdetlerine mutaassıp, inatçı ve daha zalimdi. Çünkü onları engelleyecek, doğruları tavsiye edecek, yaptıklarının bir cezası olduğunu hatırlatacak dini inançtan mahrum bulunuyorlardı. Cahiliyet devrinde en çok ezilen, horlanan, hatta insan yerine bile konulmayan, bir eşya ve mal muamelesi görenler, kadınlar ve çocuklardı. Özellikle çölde yaşayan bedevî Araplar arasında kız çocuklarının aileye yük olduğu, ileride bir ahlâksızlık yaparak ailenin şerefine leke sürmesi söz konusu olabileceği için altı yaşına kadar kız çocuklarının öldürülmesi âdeti yaygındı. Bunun için çocuklar altı yaşına girdiğinde güzelce giydirilir, “dayına gidiyoruz” diye çöle götürülür, orada açılan bir çukura itilerek üzeri kapatılırdı.
Bugüne geldiğimiz zaman, yaşanan ahlâksızlıkara, haksızlıklara, öldürülen kadın ve çocukların durumuna baktığımızda, “cahiliye devrine geri mi dönüyoruz” diye endişeye kapılıyoruz. Bugün ilim ilerlemiş, teknoloji akılları hayrette bırakacak duruma gelmiş, fen ve felsefe zirve yapmış ama, insanlığın özünü teşkil eden ahlâk ve fazilet dibe vurmuş durumda. Kalpler kararmış, vicdanlar yok olmuş, insanı insan yapan değerler ortadan kalkmış, sanki bin beş yüzyıl önceki cahiliye devri geri gelmiş. İslâm memleketlerine bakıyoruz, muhteşem camilerimiz var, modern Kur’ân kurslarımız var, İmam Hatip Okullarımız ve İlahiyat Fakültelerimiz var fakat, din hizmetinde bir arpa boyu yol alamıyoruz. Diğer taraftan ateistlik, deistlik, şamanistlik gibi İslâm dışı akımlar Müslüman aileler içinde bile yer buluyor, yayılıyor. Gençlerin kılık kıyafeti, ahlâk ve davranışı, cahiliye devrini geride bırakmış durumda.
Bütün bunlara rağmen, enseyi karartmıyoruz. Bu kadar menfi durumlara rağmen, Kur’an ve Sünnet-i Seniyye yolunda giden, İ’lâ-yı Kelimetullah için gayret gösteren, zamanın sahabeleri derecesinde mü’min kullar da var. İslâm toplumunda iki damar her zaman hükmünü icra ediyor. Birisi Ebu Cehilleri temsil eden cahiliye damarı, birisi de Allah ve Resülünün (asm) gösterdiği yolu takip eden hidayet damarı. Bir damar cahiliye devrini temsil edip bin beş yüzyıl önceki vahşet ve cehaleti geri getirmeye çalışırken, diğer damar, saadet asrını ihya etmeye gayret ediyor. Cenab-ı Hak, hak yolunu tutup, Sırat-ı Müstakim üzerinde olanlardan eylesin, istikametten ayırmasın.