Sönmeye yüz tuttu gençlik ateşi,
Gafil gönül, neye güveniyorsun?
Guruba yaklaştı ömür güneşi,
Sayılı günleri tüketiyorsun.
A.Y.
İnsan kendine şöyle bir baksa, bütün uzuvlarının geçici olarak kendisine verildiğini, bir süre sonra elinden alınarak asıl sahibine teslim edileceğini anlar. Gençlikte belki bunun farkında olmaz, gaflet de yardım ederse, bu genç ve dinç vücudunun bir gün yıpranacağını, siyah saçlarının ağarıp döküleceğini, dizlerinin eskisi gibi rahat koşamayacağını, belki yürümekte güçlük çekeceğini düşünmez. Hayatın hep bu şekilde coşkun bir nehir gibi akacağını, önüne çıkan her engeli kolayca aşacağını zanneder. Kalbinin hep bu şekilde saat gibi çalışacağını, kaslarının her zaman böyle güçlü kuvvetli olacağını düşünür. Dünyayı da ebedî zanneder. Onun için var gücüyle dünyaya sarılır. Bir de iyi bir şöhrete, bol bir servete kavuştuysa, bu hayatın ebedî olarak devam edeceğini hayal eder. Hayatın hep bu şekilde bir bahar tadında ve tazeliğinde süreceğini düşünür. Dünyanın sırtında, sonsuz emellerin peşinde koşmaya başlar.
Ne var ki, her baharın bir yazı, her yazın da bir güzü ve kışı vardır. İnsana verilen ömrün de, baharı tez geçer. Gençlik çiçekleri solmaya, damarlarında akan deli dolu kanlar durulmaya, ve artık insan yorulmaya yüz tutar. Hayat yolunun düz ve rahat kısmı sona ermiş, yokuşlu ve zahmetli kısmı başlamıştır. Gençlikte koşarak gittiği yollarda artık durup dinlenmek, biraz nefes almak ihtiyacı hisseder. Dizleri de eskisi gibi onu kolaylıkla taşımaktan uzaktır artık. İşte o zaman insan, Cahit Sıtkı Tarancı’nın “Otuz beş yaş” şiirinde söylediği gibi, “Gökyüzünün başka rengi de varmış/ Geç farkettim taşın sert olduğunu” demeye başlar.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu ikazı ile kendimize gelelim, geç kalmadan taşın sert olduğunun anlayalım: “Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır.”1
Bu beden bizi ebediyyen taşıyacak bir araç değildir. Halbuki ömür kısa olsa da, hayat yolu çok uzundur. Dünyadan sonra kabire, oradan mahşere, sırata ve ya Cennet, ya da Cehennem menzillerine kadar devam eden, oradan da ebede giden bir yolun yolcularıyız. Dünya hayatı, bu uzun yolculuğun çok kısa bir etabını teşkil etmektedir. Ona göre de, geçici, çabuk bozulup dağılabilen, etten ve kemikten bir beden verilmiştir. Bu beden bizi ancak kabir kapısına kadar taşıyabilir. Bunun böyle olduğu şuuruyla yaşayan bir insan, ne hastalığından şikayet eder, ne ihtiyarlığından dert yanar, ne de bu bedenin bir gün elinden alınacağına üzülür.
Burada ince bir nokta var, o ebedî hayatın levazımatı, buradaki geçici bedenin faaliyetleri ile elde edilir. İnsan kendisine emanet olarak geçici bir süre için verilen bu beden nimetini nasıl ve ne şekilde kullanırsa, öbür tarafta ona göre muamele görecektir. Bunun için de, her uzvu ve duyguyu, veriliş gayesine uygun olarak kullanmak lazımdır. Gaflete düşmeden, haddi aşmadan, Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye doğrultusuna bir ömür yaşayıp zamanı gelince de eskimiş ve yıpranmış bedeni hiç itiraz etmeden sahibine teslim edip hayat yolculuğuna devam eden bir insan, Allah’ın izniyle ebedî hayatta da huzur içinde olacaktır.
1- Mektubat, 29. Mektup