İslâm âleminin içinde bulunduğu “hâl-i pürmelal” içimizi parçalıyor.
Müslümanlara bakıyoruz, bir kısmının bir eli yağda, bir eli balda, dünya hayatının zevkini ve sefasını sürerken, İslâm coğrafyasının büyük bir kısmında büyük bir yıkım, işgal, zulüm ve ölüm kol geziyor. Günümüzün firavunları, nemrutları, haksızlık işkence ve zulümde eskileri fersah fersah geçmiş durumda. Güçlü olanlar, zayıfları ezmeyi, yok etmeyi kendilerine bir hak olarak görüyorlar. Ne yazık ki, vatanı işgal edilen, bombalarla, füzelerle, en korkunç silah ve mühimmatlarla vurularak evleri ile birlikte yok edilenler, masum ve mazlum Müslümanlar oluyor. Medenî denilen dünya, bu soykırıma seyirci kalıyor, bazı sözde büyük devletler de bunları destekliyor, teşvik ediyor. Dünya, hiç bir devirde olmadığı kadar adaletsiz, acımasız ve vahşice bir katliamı seyrediyor.
Zalimler bu kadar zulüm ve yıkımı yaparken, Müslümanlara şehit olmaktan başka bir tercih kalmıyor. Onlar da, zilletle yaşamaktansa, izzetle şehadeti canına minnet biliyor ve şerefiyle can veriyorlar. Onlar şehadet şerbeti içiyorlar da, geride kalan tuzu kuru Müslümanlar ne yapıyorlar? İslâm düşmanları, kendilerine göre haklı gördükleri bâtıl bir dâvâda bir araya geliyorlar, ittihad ediyorlar, samimî bir ihlâs gösteriyorlar ve muvaffak oluyorlar. Ne diyor Üstad Hazretleri; “Samimî bir ihlâs, şerde dahi olsa neticesiz kalmaz.” Evet, şer güçler, şerlerini yaymak için samimî bir ihlâsla hareket ediyorlar, neticesini de alıyorlar. Müslümanlar ise, ihtilafta kalmaya, bir birinin kuyusunu kazmaya devam ettikleri için zillet içine düşmekten kurtulamıyorlar. Sonra da, kahrolsun siyonistler, katil İsrail diye diye bağırıyoruz. Düşmana “Kahrol” demekle kahrolmaz. Bağırıp çağırmakla da onları korkutup kaçırtamayız.
Peygamber Efendimiz (asm) bize en güzel rehberdir. Her konuda, hayatımıza yön verecek misaller getirmiştir. Tebliğde, savaşta ve barışta, en sağlam esasları vazetmiş, hayatında bunları yaşayarak bize örnek olmuştur.
Bir hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Müminlerin birbirlerini sevmede, birbirlerine acımada, birbirlerini korumada misali, bir cesede, bir vücuda benzer ki, cesedin herhangi bir uzvu rahatsız olsa, hastalansa, cesedin diğer uzuvları da bundan muzdarib olurlar ve uykusuz kalır, ateşler içinde yanarlar.”1 Kur’ân-ı Kerîm’de; “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”2
Bugün bakıyoruz, aynı bedenin uzuvları olması gereken İslâm ülkeleri, sanki her biri ayrı bir bedenin, hatta yabancı bir vücudun uzuvları olmuş, başka bedenlere hizmet ediyorlar. Kardeşleri zulüm altında, aç, susuz,düşman bombaları ile parça parça edilirken, bu zulme göz yuman, kulak tıkayan, görmezden gelen kardeşler var. Kardeşler arasında birlik, beraberlik, dayanışma, fedakârlık, merhamet diye bir şey kalmamış. Bunun neticesi olarak da, zayıf kardeşler ezilmeye, yok edilmeye devam ederken, diğerleri dünyanın sefasını sürmeye devam ediyorlar.
Bediüzzaman Hazretleri, “Küfür devam eder, zulüm devam etmez” diyor. Mazlumların uğradıkları bu zulümler de bir gün bitecek. Allah’ın yardımı, elbette onlara da gelecek. Cenab-ı Hak, mühlet verir, ama ihmal etmez. Cenab-ı Hak ihmal etmez de, önce Müslümanların bir birine yardım etmesi gerekmez mi? Zira, zulme seyirci kalmak, zulme ortak olmaktan farksızdır.
Burada en büyük vazife, İslâm ülkelerinin idarecilerine düşmektedir. Halkların duası da, protestosu da kâfi değildir. İdareciler şahsî ikballerini bir kenara bırakıp, tam bir ihlâs ve sadakatle bir araya gelmedikten sonra, ittihad-ı İslâm düşüncesini hayata geçirmedikten sonra, bu zulme ortak olmaktan kurtulamazlar.
Dipnotlar:
1- Müslim, 66.
2- Hucurat Suresi: 10.