Türkiye’de son yıllarda neredeyse rutinleşen linç vakaları ve bunların yetkililerce belirli bir ‘toleransla’ karşılanması karşısında, bu ‘ahlâkî’ infiâlden endişe duymamak mümkün değildir.
Vatandaşların, kendini, devlet otoritesi yerine koyarak suçlu gördüklerini cezalandırma ya da hak alma cihetine gitmeleri devlet otoritesinin ciddi sarsılması ve hukukun iflas ettiği anlamına gelir. Bu gibi provokasyonların her türlü etnik ve dinî, sivil bir iç çatışma yol açarak birlik ve beraberliği kökünden sarsacağı unutulmaması gereken önemli bir hakikattir.
Hukukun devrede olmadığı anlarda sivillerin kendi kendini yetki mekanizması olarak gördüğü ve kendi sınırları dışarısında kalanları diledikleri ölçüde cezalandırdığı bu toplum bekçiliği iki temel üzerine kurulur. Bunlardan ilki; topluma korkuya ve korkutmaya dayalı bir mesaj vermek, geleceğe dair bir algı oluşturmak. İkinci temel ise; hiçbir hukukî yetkisi olmayan infazcıların (sanal âlemde) yani linçcilerin (troller) azınlık üzerinde hüküm sürmeye çalışarak toplum bekçiliğini zihinlere yerleştirmektir. Dahası bu suçu işleyenler dehşet verici bir şekilde haklı olduklarına bağnazca inanmaktadır.
Linç düzen ve intizamın dizginlerinden boşalan kopuk (it-kopuk veya ipsiz-sapsız anlamındaki) muhakemesiz bir kitlenin yol açtığı infial ve şiddettir. Bu şiddet fizikî olabildiği gibi bugün sanal âlemde de görülmekte, klavyeler bir linç unsuruna dönüşmektedir.
Linçi korkunç yapan şey, kolektif şiddet biçimi olarak kitlenin hızlı bir biçimde hüküm vermesi ve bu hükmü hemen o anda uygulaması, “suçlu” olduğunu düşündüğü kişi ya da kişileri cezalandırması olarak tanımlanabilir. Ortada ne mahkeme vardır, ne de hâkim vardır. Belki bazen suç bile yoktur.
Aslında hukukun yokluğuyla karakterize olan bu şiddet eylemi, ilginçtir kitlenin, adalet iddiasını taşır. Linç, bir bakıma devlet hukukuna bir karşı çıkış, onun yetersizliğine karşı çarçabuk bir hak teslimi, ya da kendi adaletini oluşturma fikrinin bir yansıması olarak anlaşılabilmekle beraber bu pratikte de böyle midir?
Yoksa tam tersine linç, devletin resmî dili, söylemi ve hukuk sistemi, temel kurumları aracılığıyla biçimlendirilen, gündelik kanaatlerin, zihniyet yapılarının ve duyarlılıkların üretildiği ve düzenlendiği, bu düzenlemenin bir yönetim stratejisi ile kime, ne zaman yöneleceğinin tayin edildiği bir alanın parçasını mı oluşturur?
Linç, aslında modern dönemlerde yaygınlaşmakla birlikte aslında bir medeniyet kaybıdır. Bu yüzden linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç yol açmadığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum veya topluluk toplum olma vasfını kaybedecektir.
Linç genellikle iktidar tekelinin çözülme anlarında ve hukukun zayıf olduğu anda zuhur eder. Linç, kalabalığın azı, yalnız kalan haklılığın, haksız çoğunluk tarafından çiğnenmesidir. Köşeye kıstırılmış, kuşatılmış olana çullanmak “düşene bir tekme savurmak” aslında bireysel sorumluluk üstlenmeden, kalabalığın koynuna sığınanların, ucuz kahramanlığından başka bir şey değildir. Linç “kuvvetliysen haklısın” bozuk felsefesinin bir ürünüdür.
Tek başlarına böyle bir şeye cesaret etmeyecek insanların, birlikte yapıyor olmanın verdiği cesaret ile vurdukça vurmalarıdır. Kitleyle beraber akarken, kitlenin bir parçası olmanın cezbesi içinde, yaptıklarının suç olduğunu, yüz kızartıcı olduğunu, günah olduğunu, zillet olduğunu idrak etmez, edemezler. Hatta bu o kadar meş’um bir hale dönüşür ki linç edilenle (kurbanla) ve onun “meselesiyle” doğrudan alâkalı olmaları bile gerekmez; yığılmış hoşnutsuzlukların yükü, engellenmişlik duygusunun biriktirdiği saldırganlık potansiyeli, zayıf ve “serbest” bir hedef bulmuştur ve olanca gücüyle boşalmaya başlamıştır.
Hasılı; linçin sıradanlaştığı, kolektif bir utanç oluşturmadığı, hatta mesleği “müsbet hareket” olanların dahi kapıldığı, infiâl uyandırmadığı bir toplum, toplum olma vasfını yitiriyor demektir. Buraya kadar, soyut olarak linçten bahsettik. Linçin vahametini idrak etmek için buna ihtiyaç var.
Saiklerine, ‘muharriklerine’, sebeplerine, sonuçlarına hiç girmeden, bunları hiç bilmeden ve hesaba katmadan, linçi ağır bir zillet, bir insanlıktan çıkma düşkünlüğü olarak görmek için, faillerine, kurbanlarına, yerine yurduna, toplumsal ve politik bağlamına, vesilesine hiç bakmadan, her linç vakası başımızı önüne eğdirir, eğdirmelidir.