Bediüzzaman’ın evliliği tanımlarken kullandığı “Ebedî hayat arkadaşlığı” tespiti çok manidardır. Kelimeler, içlerinde pek çok niyet ve ruh taşırlar. “Ebedî hayat arkadaşlığı” da işte bu kavramlardan biridir.
Birçok insan da eminim evlilik hayatına bu düşüncelerle çıkmıştır. Ancak süreçte bu bakış açısı değişime uğramış ve evliliklerde maalesef tökezlemeler meydana gelmiş, ebedî kavramının yerini sınırlı beraberlik almıştır.
Ebedî hayat arkadaşı olabilmek için öncelikle her iki tarafın ebedî hayatın namzedi olmayı kendi hayatlarında oturtmuş olmaları gerekmektedir. Unuttuğumuz noktalardan birisi sanırım burasıdır. Öncelikle ferdiyetlerimiz içinde kendimizi ebedî hayatın namzedi olarak kurguladık mı kurgulamadık mı bu sorgulamayı yapmak gerekir. Zira bu sorgulama yapılmadan evliliğin en temel dinamiği olan “biz” düşüncesi devreye girmeyecektir. Bunun için de ahirete olan imanın çok saf, sahici, hayatın bütün alanlarına teşmil edilmiş olması gerekmektedir.
Demek ki evliliğin arka planındaki düşünce adeta bir turnusol gibi kişinin dünya ve ahiret görüşünden ve ahlâkından haber verir. Bekaya dair düşünceleri olmayanın “abd” olma düşünceleri de yoktur. “Abd” olmayan bir insanın evlilik mülahazaları da sadece nefsin tatmininden öte geçemeyen sığ ve hayvanî bir algıdan ibaret olacaktır.
İşte tam bu noktada Bediüzzaman iki şeyden endişe duyuyor. Kadınlar açısından ebedî hayat namzetliğini bozacak şeyin “tesettürsüzlük”, erkekler açısından ebedî hayat arkadaşlığını bozacak şeyin ise “tahakküm” olduğu tespitini yapıyor. Bediüzzaman’ın birkaç sayfada anlattığı bu çok önemli tespitlerin içerisinde bugün modernizmin getirdiği birçok hastalığın tedavileri bulunmaktadır.
Bugün gelinen noktada modernizmin kadınlara kendine özgü bir özgürlük algısı sunması neticesinde, kadınların kafaları karışmıştır. Ben merkezli çözülmenin belki de ilk başladığı nokta kadınlar olmuştur. Fıtrata mugayir söylemler neticesinde kadın, fıtratı ile ona empoze edilen arasında kalmıştır. Ne kadar güçlü ve zengin olursa olsun fıtratı gereği bir erkek tarafından himaye edilmeye, şefkat duyulmaya, özen gösterilmeye ihtiyaç hissetmeye devam etmiştir.
Bu süreçte erkek cephesinde de ciddî problemler baş göstermiştir. Erkekler de kendilerini nereye konumlandıracaklarını bilmedikleri için şaşkınlaşmış, hayat algısının “ahirete imanla” şekillenmemesi neticesinde, “Hayat benimle başlar ve benimle biter” anlayışı, dünyadan en yüksek hazzı almaya odaklanarak erkekleri kayıtsızlığa sürüklemiş “asgari gayret, azami zevk” adeta hayat hedefleri olmuştur. Neticesinde kayıtsız ve sorumsuz erkek tipleri ortaya çıkmıştır.
Ben merkezli hayat algısı, erkeklerde sorumsuzluk olarak tecelli ederken, kadınlarda kendini ön plana çıkarma olarak tezahür etmiştir. Hayatın anlamındaki kayboluşla alâkalı olarak, önce fıtratlar sonra roller bozulmuş ve evlilik algıları “ebedî bir hayat arkadaşlığından sınırlı bir hayat arkadaşlığına” dönüşmüştür.
Eşler ‘nahnu’ sırrının tecellisine mazhar olup mutlak bir varlığa dayanarak hayatın zorluklarına karşı durmak yerine; Yaratıcıyı hayatlarının dışına çıkararak sevgi ve ilgi ihtiyaçlarını, değerli olma ihtiyacını, mutlak varlıkla bağını keserek, karşısındaki insandan beklemeye başlamıştır. Bu ise her iki cinste de yüklenemeyeceği bir yükü yüklenmek ve yüklemek anlamına gelmiştir.
Modern hayat Yaratıcıyla bağı koparınca kişiyi tek başına bırakarak, yalnızlığını derinleştirmiştir. Yalnızlaşan ve bireyselleşen insan ise nefsin ve benliğin kıskacından çıkamamıştır.
Hasılı, hayatın sert dalgalarına iki akıl yetmediği için küllî bir aklın öğretilerine talimine ve ilmine ihtiyaç hasıl olmuştur. Çözüm iman hakikatlerinden ve satır aralarındaki sırlardan geçmektedir. Bu manada, insanın hayatta istinat noktasını bulması, kendini mutlak bir varlığa bağlı olarak yaşaması ve O’nu tanıması, Fatiha’daki “Yalnız Senden yardım diler ve Sana dayanırız.” sırrını keşfetmesi, bu zamanlarda özellikle de evliliklerde daha önemli hale gelmiştir.