Bazı cümleler ne kolay çıkıyor ağızdan.
Farklı düşüncelere farklı fikirlere karşı tahammülsüzlüğün bir neticesi olarak hele bir de nefsî hareket ediyorsanız, “gereği yapılsın” diye tehditvârî cümleyi sarf ediveriyorsunuz. İlk başta adaleti çağrıştırsa da çoğu zaman tahammülsüzlüğün bir sesi oluveriyor. Bu tarz bir ifade, bizim ülkemizde sık karşılaşılan bir tepki biçimi aslında. Hatta “savcı ve hakimleri ayarlayın” anlamına bile gelebilir.
İçinde doğduğumuz toplumda kendinden olmayan ne varsa “öteki” deyip görmezden gelmeye alışmışız. Bunlar biraz siyasetin bulaştırdığı biraz da istibdadın bulaştırdığı hastalıklar olsa gerek.
Fikir ve düşüncesine katılmadığınız kimselere karşı tahammülsüzlüğün çeşitli psikolojik ve sosyal faktörleri bulunmaktadır.
Ya karşıt görüşler rahatsızlık oluşturabilir ve kişi kendi fikir ve içinde bulunduğu ve beslendiği sosyal gruba karşı güçlü bir bağlılık hisseder bu da farklı bakış açılarını kabul etmeyi veya anlamayı zorlaştırır.
Ya öfke veya hayal kırıklığı hoşgörüsüzlüğe yol açabilir.
Ya farklı fikirleri kişisel bir saldırı gibi hissedilebilir ve savunmacı bir tepkiye yol açabilir.
Ya da farklı bakış açılarıyla sınırlı etkileşim hâlinde olması dar bir anlayışa yol açabilir ve bu da aynı fikirde olmayanları reddetmeyi veya onlara olumsuz tepki vermeyi kolaylaştırabilir.
Bütün bunların yanında farklı düşünenler ve fikriyatta olanlardan öcü gibi kaçılmasının altında kendi inandığı fikirlere aslında güvenmemesi vardır. Dolayısıyla “gereği yapılsın” şeklindeki her tehdit ve tahammülsüzlük kişinin kendi arka planından, yani inandığı ve savunduğu fikirlerin dimağında hangi mertebede olduğundan haber verir. Fikirler ve düşünceleri eğer salabet hâline gelmediyse taassup mertebesindedir. Bu mertebede insan farklı görüş ve fikirlerden daima korkar.
Oysa ehadiyetin bir tecellisi olarak Allah her insanı ayrı bir istidatla yaratmakla beraber hiçbir insan da hakikati bütün veçheleriyle kavrayıp kuşatmaya muktedir değildir. Dolayısıyla, en büyük mesele olan ihtilâfın halli ve en büyük farz vazife olan ittihadın temini, farklılıkları tehdit olarak algılayıp ihtilâfları yok etmekten değil, farklılık içinde beraberliği başarıp ihtilâfı yönetmekten geçmektedir.
Bediüzzaman’ın eserlerine bakıldığında, daha 1911’de neşredilen Hutbe-i Şâmiye, Muhakemat ve Münazarat, “ihtilafı yönetme” ve “farklılık içinde beraberliği temin” noktasında bir dizi dersler ihtiva eder.
Bu dersler, hakikati bütün renkleri ve veçheleri ile kavramanın, ancak kendi gözü ve aklıyla yetinmeyip sair mü’minlerin de gözleriyle bakabildiğinde; onların bakışını da kendi bakışına dahil edebildiğinde mümkün olabilir. Dolayısıyla hakikati anlamanın ve yaşamanın tek bir rengi ve veçhesi yoktur.
Hasılı; İslâm düşünce tarihinin sonraki bütün dönemlerinde de farklılıklar iki damarın tesiriyle okunur. Bunlardan birisi Tahtiecilerdir ki hakikati kendi gördüğüne indirger. Bu görüşe uymayanların hepsini de reddeder. Hatta o kadar ileri giderler ki hakem meselesinde kendi görüşlerine uymadığı için Hz. Ali’yi bile mürted diye damgalamışlardır.
Diğer damar ise Musavvibedir. Hakikatin çok renkleri ve veçheleri olduğunun farkındadır; dolayısıyla, kendi gördüğü hakikat de olsa, hakikati kendi gördüğüne indirgemez. Başka görüşleri, “bâtıl” olarak damgalamak yerine; onları hakikati bütün renkleri ile kavramak için bir imkân olarak görür.
Hâl-i hazırdaki dahili ihtilaflar, ötekileştiren düşünceler, gereği yapılsın söylemleri belki hak-batıl çizgisinden ziyade “hak-ehak” “hasen-ahsen” denklemi üzerinden yürütülmektedir. İmtihanımız, sadece hakkı tercihle bitmeyen daha ince eleklerin olduğu yani doğrunun nasıl yaşanacağı konusunda ki hasen-ahsen gibi bir denklemle yüz yüze gelmemizdir.
O yüzden “sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilmek ve onların akıllarıyla da düşünebilmekten” başka yol yoktur. Meşveret ve istişare, bu yüzden farzdır. Ama bu, kendi görüşünü ve varsa eleştirisini ümmete arz ederek gerçekleşir. Kendi görüşünü veya yöntemini “mutlaklaştırarak”, başka görüş ve usullere cevap tanımadan doğruyu kendi görüşüne ve yöntemine indirgeyerek değil.