Daha düne kadar “Allah’a emanet” ettiğimiz kardeşlerimizi “Allah’a havale” etmek, imtihanımızın derinleştiğini göstermektedir.
Herkes herkesi Allah’a havale edebilir elbette. Bu mesuliyetli bir durum değildir. Mesuliyet belki de bedduâ anlamında olması ve Hakka havale edilenlerin müstahak olup olmaması meselesidir.
Elbette burada Bediüzzaman’ın şu ölçüsü tam bir tiryaktır: “Eğer o adamın tahkirâtı benim imana ve Kur’ân’a hizmetkârlığım sıfatıma ait ise o bana ait değil. O adamı beni istihdam eden Sahib-i Kur’ân’a havale ediyorum. O Azîzdir, Hakîmdir. Eğer sırf beni sövmek, tahkir etmek, çürütmek nev’inden ise, o da bana ait değil. Ben menfi ve esir ve garip ve elim bağlı olduğundan… (…) Madem hakikat budur, kalbim istirahat etti.” (16. Mektub)
Bu noktadan bakıldığında bizim de kalbimiz rahatlamaktadır çok şükür.
Bizler bugün ciddî anlamda tesanüd, ihlâs ve sadâkat imtihanlarına girmiş bulunmaktayız. Bu imtihan elbette çok çetin ve bedelleri ağır olan imtihanlardır.
Şuâlar’da, Bediüzzaman bu halimizi şöyle anlatır: “Siz bu şiddetli imtihana girmek ve inceden inceye sizi kaç defa altın mı, bakır mı diye mehenge vurmak ve her cihette sizi insafsızca tecrübe etmek ve ‘Nefislerinizin hisseleri ve desiseleri var mı, yok mu?’ üç dört eleklerle elenmek; hâlisâne, sırf hak ve hakikat namına olan hizmetinize pek çok lüzumu vardı ki, kader-i İlâhî ve inâyet-i Rabbâniye müsaade ediyor.”
Evet, iman-küfür savaşı elbette devam etmekte, lâkin bu savaşın saflarında değişiklikler olduğu için imtihan şiddetlenmektedir. Hakikatte, Ebubekir suretindeki Ebucehillerle savaşılmaktadır. İşte bizlerin belki de aldandığı ve aldatıldığı nokta Üstadın dediği gibi ince ince eleklerden geçirildiğimiz husus, dostu düşmanı ayırt edemeyecek kadar ferasetimizin olmayışıdır.
Böyle her şeyin birbiri içine girdiği bir zamanda istikametli olmak da ciddî bir meseledir. Nitekim tarafgirlik hastalığına yakalanan niceleri neye taraftar olduğunu ve tarafgirliğe neleri feda ettiğini bilmemektedir. Arkadaşlarımızı, dostlarımızı, yıllarca omuz omuza beraber olduğumuz kardeşlerimizi, dâvâmızı… vs. ne uğrunda harcadığımızı bilememek, tarafgirlik hastalığının vahametini gözler önüne sermektedir.
Üstelik tarafgirlik marazıyla ihtilâf ahlâkı (müsabaka şartları) da bozulmuş ve seviye ve ayarı, iyice dibe vuracak sözler sarf edilmeye başlanmıştır. Oysa farklı olmanın, farklı görüş bildirmenin veya farklı görüşte olanların karşısında takınılması gereken bir edep ve ahlâk vardır. İşte bu tarafgirlik marazı bu ahlâkı da zîr-ü zeber etmiştir.
Hasılı; tarafgirlik; uhuvvet, ihlâs, tesanüd imtihanımızı mahvettikten sonra memleketi kim idare etmiş, ne olmuş, ne olacakmış… vs. gibi afakî dairenin, siyasî boğuşmaların, zalimlerin satranç oyunlarının ne önemi olabilir ki? Zaten bu afakî dairedeki sıkıntıların, musîbetlerin sebebi de bizim kulluk dairesindeki ihmallerimiz ve iç dairedeki zaaf ve zayıflıklarımız değil midir?