Emine Hanım: “Hazer et. Dikkatle bas. Batmaktan kork. Bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işarette, bir öpmekte batma.” Cümlesinde ne anlatılıyor?”
İnsan Mazisinden Kopamaz!
İnsan, her yönüyle derinliği olan bir varlıktır. Yaşadığı hiçbir hatırayı unutmaz. Tattığı hiçbir acının, kederin ve elemin izini hafızasından silemez. Hiçbir lezzetin hatırasını dimağından çıkaramaz. Ne geçmişini unutabilir, ne geleceğini gözden çıkarabilir!
Bazen laf olsun diye söylenmiş bir tek kelime, ona, geçmişinde iz bırakan bir hatıra sayfasını açar ve öyle bir manyetik alan meydana getirir ki, insan âdeta aynı olayı tekrar yaşar. Bir lezzetse geride kalan; bir tek kelime, bir tek işaret, onun zihin ekranına öyle net bir görüntü düşürür ki, onu, tekrar mazinin keyiflerine alır götürür. Eğer şükürsüz bir nimetse dimağına tadı vuran, derinden bir “âh!” çekmekten, “of!” demekten kendini alamaz.
Çünkü şükürsüz olduğundan; lezzetten ayrılmış olmanın verdiği derin acı içini yakar.
Kelimelerin Kucağında Hatıralar
Kimi zaman küçük şeyler, büyük haramlara kapı açar. Ondandır ki din, mide bulandıran küçük şeylere “mekruh” demiştir. İnsan, bir damladan, bir noktadan ne olacak, der, takvayı esas tutmaz, kendini sakınmaz, ama az sonra öyle bir dalga gelir ki, onu boğar.
Bir cam parçası, nasıl, gök yüzünü güneşiyle ve yıldızlarıyla birlikte içine alıyorsa; incir çekirdeği kadar bir hafıza kuvveti, nasıl, bütün ömürdeki yaşanmış hatıraları kuşatabiliyorsa; gök yüzündeki her bir kara delik, nasıl dev küreleri yutabiliyorsa; çok büyük ve çok önemli hatıralar da bazen umulmadık bir kelimenin büyülü kucağında gizliden oturuyor olabilir ve bir tek işaret ilgili kişiyi çok farklı bir duygu yoğunluğuna götürebilir, ruhunda fırtınalar estirebilir.
Meselâ, askerde; arkadaşının ağzından alelusul dökülüveren söz gelişi, “ateş” sözcüğü, bütün dikkatiyle hedefe kilitlenmiş bir er için, çok hasret duyduğu annesinin ocak başındaki tatlı tavırlarına şimşek gibi bir pencere açar. Erin bütün dikkatini dağıtır.
İnsan Yanlış Kapı Çalıyor
Peki; ahiretin ebedî, sonsuz ve capcanlı hayatı karşısında, oldukça geçici bir seyirle tükeniveren ve bir “zerrecikten” ibâret olan dünya hayatının insan kalbinde oturduğu “konuma” ne demeli? Peygamberlerin ve vahyin doğru haberleri bütün kulaklarda yankılanırken; bu “hayalî zerreciğin”, o “dev hakikî hayatı” yutmasını nasıl izah edersiniz?
Oysa aslında insan dünyaya sığışamıyor; zindanda boğazı sıkılmış bir adam gibi “of!” “of!” deyip duruyor. Çünkü dünya insana kâfi gelmiyor. İnsan hakikî bir hayat arıyor. İnsan ebediyet arıyor. Fakat aradığını dünyada zannediyor; ve yanlış kapı çalıyor!
Aradığının ahirette olduğunu söylediğinizde, ölümden korkuyor, karanlıktan ürküyor ve kendisini bir hatıraya, bir ışığa, bir kelimeye, bir taneciğe, bir işarete, bir öpmeye; sözün kısası, bir “dünyacığa” hapsediyor.
Ama o “dünyacıkta” yerleşemiyor. Çünkü kalbi ahireti istiyor. Bundandır ki her ibadet, insan kalbine sonsuz bir huzur veriyor.
Bahsettiğiniz Remizden; insanın hayatı boyunca imtihan içinde olduğuna, hayatı boyunca bütün dikkati ve yoğunluğu ile aklının “başında” olması gerektiğine, zerrecik bir dünya için ebedî bir ahiret hayatını boğmaması gerektiğine; aksi takdirde çok küçük şeylerin, insanın dünya-ahiret büyük hayatını boğup mahvedeceğine işaret edildiğini görüyoruz.
Anlaşılıyor ki, insan, bir sırat köprüsünde duruyor.