Evet, müsbet hareket orijinal ifadesiyle; “İfrat ve tefritten azade olarak, mukteza-yı hâle mutabık hareket etmektir” diye tarif edilebilir. Yani hâlin gereğine, hikmetine ve ihtiyacına uygun itidal-i dem ile hareket demektir.
Müsbet hareket, bir ömrün değişmez prensibi olmalıdır.
Aslında ayrıca hareketin de tanımı gerekirse, onu da başlıca ikiye ayırarak tanımlamak gerekir:
1. Müsbet hareket; -Lügavî ve teknik olarak- isbat ve test edilmiş, doğru hareketlerdir. istilahisi: Akla, dine ve ahlâka uygun, akıl ile nakli mezç eden makbul hareketlerdir.
2. Menfî hareket ise; müsbetin zıddı olup, isbat ve testle mantığı da, olmayan, dine ve sosyolojiye de, uymayan arızalı yersiz hareketlerdir. Hele İslâm sıfatını taşıyan bundan şiddetle uzak durmalı çünkü, bizim sırtımızda “yumurta küfesi” var ve bizim, hatamızdan dinimiz zarar görüyor. Yine, Üstadın dediği gibi, “Güzel gören güzel düşünür ve güzel düşünen hayatından lezzet alır” meselesi, bardağın; yarıya kadar dolu veya boş olma misalini de, müsbet menfî denkleminde değerlendirmek gerekir.
Müsbet hareket; Risale-i Nur’un; ilim, irfan, tebliğ ve iknaya, muhabbet ve şefkate dayanan irşad metodudur ve Cenab-ı Allah’ın Hz. Mûsa’yı (as) Fravuna gönderirken verdiği “kavli leyyin” emridir. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah’ın yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır. Onlarla en güzel şekilde mücadele et. (Nahl Suresi: 125.) denilmiştir. Bu ayet-i kerîmeden, muarızlarımıza da, en güzel şekilde muamele etmemiz gerektiğini anlıyoruz.
İşte müsbet hareket; bu ulvî ve nuranî yolculuğun yürüyüş ritimleridir.
Bu mezkûr hakikatler içindir ki, Üstad “Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-ı İlâhiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır; vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya sabırla, şükürle mükellefiz.” demiştir. (Emirdağ Lâhikası II, s. 241.)
Bu mukteza-i hâle uygunluktan ne anlaşılmalı denirse; imanımıza aykırı olmayan, şartlara uygun, her hangi bir davranış demektir, bu icabında bir söz ve münasip bir davranış ve hâl de olabilir. Yani her ne ise o, derde deva, sadra şifa olmalıdır. Aksi olursa halk arasında; pot kırmak, patavatsızlık ve boşboğazlık veya münasebetsizlik ve edepsizlik hattâ itikadı ve ahlâkı ilgilendiriyorsa sapıklık ve dalâlet olarak da, nitelenir ki, sahibini refüze eder. Onun için yine tabiri caiz ise halk arasında “Bir şey biliyorsan söyle ibret alsınlar yoksa sus insan sansınlar” denilmiştir. Hattâ yerinde susmak dahi bir müsbet harekettir. Zira lisan-ı hâl denilen “beden dili” dahi bir konuşmaktır ve onun için, “lisanı hâli entaku min lisanül kal” (hâl dili kâl dilinden daha etkilidir) denilmiştir.
Bir de halk arasında “taşı gediğine koymak” diye de, bir tabir vardır ve en çok dikkat edilmesi gereken hususlardandır. Aynı söz birinin ilmine öbürünün cehline delâlet eder. Yersiz söylenen bir söz, mevsimsiz ekilen tohum gibidir, çürümeye mahkümdur. Doğruda olsa sahibini yalnız ve savunmasız bırakır.
“Bu kadar girift problemler içinde her defasında, her hareketi en doğru yapacak bilgi, kültür ve irade nerede ki?” denirse. Benim pratik bir çözüm teklifim var; bir Müslüman olarak biliriz ki, hayatımızın her safhasını ihata eden sünnetler manzumesi vardır, onu esas alırsak çözülmemiş problem kalmaz, yani onlar, Efendimizin (asm) en müşkil ve girift problemleri çözdüğü cihanşumül gerçeklerdir. İşte onlar prensibimiz olmalıdır. Bu gerçeği gayr-ı Müslim de uygulasa başarılı olur ve dünya çapında bir misal:
Amerika’nın kurucusu George Washington’a sormuşlar, “Sen düşmanlarına bile iyi ve merhametli davranıyorsun. Neden?” O da, “Mesele düşmanı yok etmekse, ben de böyle ediyorum” demiştir.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri de mealen “İki kişi kavga edecekken, birinin tebessümü düşmanlığı dostluğa tebdil eder” der. İşte biz böyle hareketlere alem-i İslâm olarak çok muhtacız.
Zira, “Hayat bir mayın tarlası gibidir, kafasına göre yürüyen çok mayınları patlatır.” Başta kendimiz, çevremiz ve milletimiz olarak Allah (cc) korusun çok felâketlere maruz kalıp, sebep olabiliriz. İşte âlem-i İslâmın durumu budur. Bunların hepsinden necatımız, her hâlimizde sünnet-i seniyeye ittibaımızdır. Zira sünnet-i seniye; “maden-i hayat ve mülhim-i hakikattır.”
“Âlemde bu hassasiyete riayet eden peygamberler dışında kim olabilir?” denirse biz açıkça Bediüzzamanı misal veririz. Evet binler mahkemelerden berat almak ve bütün komploları boşa çıkarmak; Efendimizi (asm) anlamak ve uymanın tam bir numune-i imtisalidir ve onun için de, bizim rol modelimizdir. Vesselam.