Pozitif duygular insana mahsustur. Ama onun da ifrat, vasat ve tefrit düzeyleri vardır. Kendini kimselere çiğnetmemek nasıl güzel bir duruş örneği ise, başkalarını çiğnemek de bir o kadar çirkin bir davranıştır.
Bunun normali ise, ne kimsenin zilletine gir, ne de kimseyi zillette bırak. Herkes hareket-i meşrûasında şahane hür olsun.
İnsan taşıdığı pozitif duygularla ‘değer’li insan, ‘kıymet’li insan oluyor.
İnsanı hem kendi içinde hem de sosyal çevrede olumlu etkileyen pozitif duygulardan birisi de izzet-i nefis’tir.
Bediüzzaman, müsbet duyguların bulunduğu yerde menfi duyguların barınamayacağına işaret eder. “Malûmdur ki bir zatta içtima eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi; hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husûle gelir.”
Yani bir insanda yüksek ahlâkın oluşabilmesi, o insanda düşük ahlâka, alçak şeylere tenezzüle müsaade etmeyen izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi yüksek ahlâkı netice veren yüksek duygular bulunması lâzımdır.
Zehirlenmiş, sağlıklı yapısı bozulmuş bir topraktan ürün alınamayacağı gibi; yalanla, hile ile, iftira ile, gıybet ile manen hastalanmış bir insan yapısından da yüksek ahlâk beklemek anlamsız olacaktır.
O zaman önce bir, ‘def-i şer’ anlamında temizlik lâzımdır. Bu da ancak sağlıklı bir ‘benlik duygusu’ ile olur. Benlik duygusu, ‘İnsanın kendi kendini dışarıdan, başka bir şahıs gibi bakarak, ‘ne olduğu, nasıl hareket ettiği, değer yargılarının, iyi ve kötü taraflarının neler olduğu, neleri yapabileceği, arzu ve ideallerinin neler olduğu, nasıl olması gerektiği şeklindeki sorulara kendisinin verdiği cevaptır.
Her insan kendine karşı daha ziyade iyi duygular besler ve kendinden hoşlanır. Elbette kendinden hoşlanmadığı haller de mutlaka vardır, ama tıpkı herkesin kendi aklını beğenmesi gibi sonunda o da kendini bir başkası ile değiştirmek istemez. Aslında insanın kendinden şikâyetçi olması, kendini daha iyi görmek istediği içindir.
Benlik duygusu, insanın maddî ve manevî varlığı ile ilgilidir. Bunlardan en önemlilerinden birisi de, ‘izzet-i nefis ve şeref ve haysiyet duygusu’dur.
İzzet-i nefis; her insanda kendi bedenine ve manevî varlığına karşı duyduğu bir sevgi vardır. Buna insanın kendi kendini sevme duygusu, hubb-u nefs, izzet-i nefs denir. İnsanın kendi şahsına ait olan değerlere başkaları tarafından da değer verilmesini istemesine ‘şeref ve haysiyet duygusu’ denir.
Bediüzzaman, bu duyguyu abartan insanın, neredeyse kendine tapınacak kadar işi ileriye götürebileceğine dikkatleri çeker. Elbette insan bu duyguyu ifrat ve tefrit anlamında uçlarda değil, ‘vasat’ düzeyde tutması, kendine de başkasına da taşıdığı değeri çiğnetmemesi sağlıklı olan olacaktır.
Bu duygu, kişinin kendi maddî ve manevî varlığını korumasını gerektirir. Zaten insan, kendi maddî ve manevî varlığını başkaları ile karşılaştırarak toplum içinde sahip olduğu değeri tayine çalışır. İnsan kendi değerinin diğer kimseler tarafından da takdir edilmesini ve kendine gerekli saygının gösterilmesini arzu eder. Kendi değerlerinin başkaları tarafından da takdir edildiğini gören insan memnun olur, kendine gerekli davranışın yapılmadığını, değer verilmediğini gören insan ise üzülür.
İzzet-i nefsini kazanan insan toplum nezdinde değerlidir. Onu kaybeden ise, hem kendi hem de sair insanlar tarafından değeri ayaklar altındadır.
Haliyle kendi kendine öz saygısını yitiren bir insanın, diğer insanlardan saygı beklemek gibi bir beklentisi de olmayacaktır. ‘Değer’ duygusunu yitiren insan, insanlık anlamını da yitirmiş demektir.
Tarih, insan çöplüğüne dökülmüş, değersiz, kıymetsiz, anlamsız varlıklarla doludur. İnsan olabilmek ve insan kalabilmek ne büyük bir nimettir.