“Ağaçla Bir Ömür” başlıklı sergi açan ahşap ustası Suat Yazıcı, “Anneler babalar kendi yaptıkları meslekleri çocuklarına da öğretmeliler. Dünyanın birçok yerinde meslekler birkaç nesil devam ediyor, bizde bir nesilde tükeniyor” dedi.
Kendinizi tanıtabilir misiniz? Ayrıca, bu serginin ortaya çıkış hikâyesi nedir?
Ben Suat Yazıcı. 1970 yılında Bingöl’de Sanat Okulu bitirmiştim. İstanbul’a geldim, hem çalışıp hem de okuyacaktım. Babamın amcasının oğlu vardı; rahmetli Hayri Yazıcı. 1930‘lu yıllarda okumak için göndermişler onu buraya. O da eski Rum ustalardan mesleği öğrenmiş. Galata Kulesi’nin yakınındaki (Kuledibi) atölyesine gittim. Orada hem çalıştım hem dışarıdan liseyi bitirdim. O zaman sanat okulu mezunları üniversitelerin bir çoğuna giremiyordu. Sonra bir mühendislik okuluna girdim. Bir ay inşaat mühendisliği okudum, vazgeçtim. Ben bu işle ilgili bir okul okuyacağım dedim. Ağaç işleri dalında eğitim veren Yüksek Teknik Öğretmen Okulu vardı Ankara’da o zamanlar. Sınavlara hazırlandım, girdim 1972 senesinde. Son sınıfa geldiğimde Hayri Yazıcı ustamın vefatı üzerine atölyenin başına geçtim. Neticede ben 1977’de mezun olmam lâzım gelirken, 1979’da mezun oldum. Endüstri meslek liselerinde Ağaç İşleri Bölümü’nde öğretmenlik yapabilmek üzere okudum, ama hiç öğretmenlik yapmadım.
SERGİNİN İLK ADIMLARI
1983’ün sonunda Ümraniye’ye taşıdım atölyemi. Bu serginin ilk çalışması Galata Kulesi’nin orada başlamıştı. Biri babaannesinin sandığını sökmüş getirmişti, ondan raf yapmam için. Ben o sandığın üzerinde çalıştım. Müşterinin istediği rafları, onunla konuşarak başka ağaçlarla yaptım. Sandık geldiği zaman en az altmış, yetmiş yıllık bir ahşaptı. O ahşabın üzerine bizim Orta Anadolu çeyiz sandığı motiflerini oydum. Sonra bu kırk yıllık zaman içerisinde kimi yıl bir, kimi yıl iki tane bu eserlerden yaptım. Ben aslen ev ve ofis dekorasyonları yapan bir işletmenin sahibiyim. Bunlar meslek aşkıyla yaptığım işlerdir.
KIRK YILIN NETİCESİ
Burada sergilenen eserlerden bahseder misiniz?
Bu meslekle ilgili iki kategoride ürün var burada. Ürünleri önce ikiye sonra üçe ayırırım. İki kategoriden birisi; bizim kendi kültürümüzü, geleneksel Türk-İslâm ahşap sanatlarını yansıtır. Diğeri de evrenseldir, iç içe olduğumuz Avrupa kültürünün işlendiği çalışmalardır. İçinde Fransız, İtalyan, kısmen İngiliz stilleri var. Onları da şunun için yaptım; ‘O kültürlerin meydana getirdiklerini Türk insanı, Türk coğrafyasında yetişen ağaçla daha güzel yapabilir’ inancını ortaya koymaya çalıştım. Allah’a şükürler olsun ki kondu.
Daha sonra çalışmalar kendi içinde üçe ayrılıyor; bir kısmı tabiî ahşap halinde sergileniyor. Bir kısmı da Fransızların başlattığı, Türklerde kendini bulmuş varak sanatıyla süslenmişler. Hat yazılarımız, kavukluklarımız, ayna çerçeveleri varaklandı, ama gerçek altın varağın bilinen geleneksel usûlleri hiç taviz vermeden kullanılarak yapıldı. Bir kısmı da Edirnekârî dediğimiz, üç boyutlu hale getirilen ahşabın renklendirilmesiyle oldu. Yaklaşık 85 parça eser var burada. Kırk yıl ham bekledi bunlar. Üst işlemleri bu sergiye karar verildikten sonra son yedi ayda yapıldı. Sonuçta bunlar çıktı ortaya.
Bu sizin ilk serginiz miydi?
İlk, belki de son sergim. Burada çok hassas ürünler var. Onlar bir sergiden diğerine taşınırken korunamaz. Sonra ben yaptım, kırk sene sabırla emek verdim. Önce öğrendim, sonra da yaptım. Belki ülkemizde çok az insana nasip olmuş bir özelliğim var; hem alaylı, hem mektepli olmam. Bir de bu manada çok önemli insanlar tanıdım. Çok önemli ailelerin evlerinde ahşap işleri yaptım. Yani benim iş kültürüm öyle gelişti. İstanbul büyük bir hazine. O büyük hazine içerisine girebilme şansı buldum ben. İstiyorum ki bir kurum benim bu kırk yıllık emeğimi gelip alsın, gelecek nesillere aktaracak bir müze oluştursun. Yani iddia ediyorum; tarihî eserlerle yan yana koyulduğu zaman, Türk insanının üst üste koyduğu aklın, bilginin, görgünün işlendiği bir çalışma bu. Bu konudaki yetkililere de sesleniyorum; gelsinler bu işleri ekspertiz etsinler, bu eserler korunsun.
Yeri gelmişken soralım; siz burada sergilenen eserlerinizi satıyor musunuz?
Yani satmıyorum diyemiyorum, ama ben bu eserlerin parça parça gidip, ayrı ayrı yerlerde kaybolmasını istemiyorum. Çünkü hızla endüstrileşiyoruz. Hızla endüstrileştiğimiz için bu tür şeyleri makinelerin de yapabileceğini zannediyor insanlar. Dünyanın en gelişmiş makinesi insan. Bugün çok geliştirmiş olduğunuz bir CNC makinesi vardır, onun oyduğu bir şeyin içinde ruh yoktur ama. İçinde insanın hikâyesi yoktur. O çok gelişmiş CNC makinesini de bir insan icat etmiştir, beş sene sonra onun daha gelişmişini icat edebilirler ama onu da yine bir insan icat edecektir. Çünkü icat edecek başka bir akıl yok. Rabbimin en geniş donattığı varlık insan. Burada da insan emeğinin, içine bilgisini, görgüsünü, sabrını kattığı eserler oluşmuş.
8 YILLIK EĞİTİM SANATA DARBE VURDU
Ustalardan en çok duyduğumuz şikâyetlerden biri de çırak yetiştirme meselesi. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Eskiden birçok mesleğin yetişmiş insanları Anadolu’daki ailelerin tavsiyesiyle yetişirdi. Çocuk köyünde ilkokulu bitirdikten sonra annesi-babası onu İstanbul’a yollardı, git bir meslek sahibi ol derdi. Ondan bir şey talep etmezdi. O da gelirdi, köylüsü hangi mesleğe başlamışsa orada onun referansıyla bir iş bulurdu. 1960-70’li yıllarda şehir sanatları vardı burada. Şehir sanatları bu şekilde oluşuyordu işte. Kimileri geliyor marangoz oluyor, kimisi alçıcı, kimisi mermerci, kimisi tatlıcı… Yani her meslek vardı. Daha sonra biz 1998’de bir hata ettik. Önünü arkasını hesaplamadan sekiz yıllık eğitime geçtik. Sekiz yıllık eğitimi bitirdiğinde çocuk 15 yaşına gelmiş oluyor. O yaştaki bir çocuğu da artık yönlendiremiyorsunuz. Daha da vahimi; şu anda meslek öğrenme yaşında olan çocuklar ne okullu, ne meslekli. 4+4+4 sisteminin gözden geçirilmesi lâzım. Bir de çok üniversite açmak yetmiyor. İşini doğru yapabilen, bilgi-görgüsü en üst seviye insanlar yetiştirmek lâzım.
Herkes devlet kapısına, masa başına talip. Halbuki gelip, bileğinin hakkıyla, alnının teriyle evine helâl ekmek götürecek yeni nesiller oluşturmamız lâzım. Bunu da bir-iki kişinin yapması, Don Kişot’un yel değirmenleriyle kavgası gibi bir şey olur. Onun için topyekûn bir seferberlik başlatılması gerekir. Her şeyi devletin kapısında, masa başında aramamak lâzım.
Son bir yıldır Rabbim bütün insanlığa bir musîbet gönderdi. O musîbetten dolayı evden çalışmaya başladılar. Tamam, evden bir program yapıyorsun, ama o programı üç boyutlu hale getirecek insanlar lâzım. Bu karantina döneminin ilk başlarında bir yanlış yapıldı. Ben bir işletme sahibiyim meselâ, yanımda adam çalıştırıyorum, vergi veriyorum. Bana dediler ki ‘sen vergiyi ödeyeceksin, sigorta primi de ödeyeceksin, kimseyi de işten çıkarmayacaksın, ama işe de gitmeyeceksin’. Ben iki buçuk ay evde oturdum. Bu olur bir şey değildi. Bir kural, kaide getirdiğimiz zaman toplumun tamamının müsavi olması lâzım.
Sizce bu sanat nasıl geliştirilebilir?
Topluma yaymak lâzım bunu. Bundan feyiz alan üç, beş, on kişi olursa o halkalar büyür. Daha sonra toplum sanatı olur. Bizim ülkemizdeki sanatları 81 ilimize yaymamız lâzım, hepsini bir yerde toplamamamız lâzım. Oralarda köklü eğitimin verilmesi lâzım. Kurumların başına o eğitimi almış liyakatli insanların gelmesi lâzım. Uzun kışları olan bir ülkeyiz. Bu uzun kışlarımızda kamu hizmeti yapanların dışında çoğumuz köyünde, ilçesinde pek de bir şey yapmıyorlar. Halbuki bazı meslekler var ki; hiç onun kışı, yazı yok. Başka ülkelere gittiğimiz zaman bu işi başarmış ülkeler görebiliyoruz. Bazen ben böyle diyorum, “E git orada yaşa” diyenler oluyor bana. Halbuki onlar yapmışlar, biz onlardan daha yetenekliyiz. (Yaptığı eseri göstererek) Meselâ bunu Fransız yapmış, ama ben bunu Fransız’dan güzel yaptım. Demek ki biz yapabiliyoruz. İyiyi, güzeli örnek almak lâzım.
Hat eserlerini ahşaba aktarma yönteminizin eski yöntemlerden daha farklı olduğunu biliyoruz. Bu konuda biraz daha bilgi verebilir misiniz?
Burada hat eserlerimiz iki gruba ayrılıyor. Bir kısmı ceviz ağacından oyulmuş, bir kısmı da varaklı. Varak işlemi en güzel ıhlamur ağacına uygulanabildiği için onlar ıhlamur ağacından. Ben hat bilmiyorum, ama bir mimar ağabeyim bana danışmanlık yapıyordu. Onun danışmanlığı kalktıktan sonra da yeni bir ürün de çıkmadı. 13 tane levha var, 14. yü yapmadım hata yapmamak için. O konuda danışacağım insanlar da yüksek bir kibir gösterdiler maalesef.
Biz hattatın yazısının orijinalini alıyoruz. Bu oyma tekniğini de biz geliştirdik. Seksenli yıllarda Uğur Derman, Hasan Çelebi hatta Ekmeleddin İhsanoğlu gördü bunları. Hat yazısının kenarındaki süsü o hattın karakterine göre biz kendimiz düzenliyoruz.
Peki bu alanda ismini hayırla yad ettiğiniz ustalar var mıdır? Bu alandaki durum nedir?
Durum kötü. Niye kötü biliyor musunuz? Hepimiz makinenin esiri olduk. Çünkü mecbur oluyorlar. Ben kırk beş yıllık bir atölyeciyim. Profesyonel ev ve ofis dekorasyonu yapıyorum. Eskiden piyasayı biz ustalar belirliyorduk, şimdi piyasayı makineler belirliyor. Halbuki makine bir günde aynı şeyden on tane yaparken biz bir ayda yapabiliyoruz. Bir ayda yaptığımızın fiyatının piyasasını onlar belirlediği için ülkenin sanatkârı da kazanamadı, makineyle yarışıp kaybolup gitti. Sanat kayboluyor, ustanın kendisi de kayboluyor.
Çırak bulabiliyor musunuz? Ahşap işlerinin geleceği nasıl sizce?
Şimdi çıraklık müessesesi kalktı. Atölyelerin hiçbirisinde çırak göremiyorsunuz. Ailelere tavsiye ediyorum; anneler babalar kendi yaptıkları meslekleri çocuklara da öğretmeliler. Dünyanın birçok yerinde meslekler birkaç nesil devam ediyor, bizde bir nesilde tükeniyor. Şu anda benim atölyemde 9 kişi var, 7’sinin soyadı benimle aynı.
Bu mesleği yapabilmek için bir kişinin ihtiyaç duyacağı özellikler nelerdir?
Tabi önce bilgi edinmek lâzım. Çok sonradan, bir yurtdışı seyahatinde öğrenmiştim; siz birinden göreceksiniz, o görgü devam ederse görürsünüz. Etmezse görmezsiniz. Ustalığın bir okulu yok. Bir şeyi hayal edebilmek için biraz onu bilmek lâzım. Hiç bilmediğin bir şeyi hayal edemezsin. Meslek adamlarının kendi çocuklarını yetiştirmesi lâzım, yetiştirmiyorlar. Kişi meslekte bazı eziyetler çekiyor, diyor ki; “Ben bedenen çalıştım, benim oğlum masa başında çalışsın.” Halbuki yanlış ediyorlar. Korkmasınlar, dünyanın en keyifli mesleğidir bu. Eğer severseniz öyle.
Bu sergide en sevdiğiniz parça hangisidir?
Hepsi. Her birinin ayrı bir hikâyesi var. Buradaki eserlerin önce bir tasarımı yapılıyor, tasarımın kâğıt üstünde mutlaka bitmesi lâzım. Kâğıt üzerinde bittikten sonra eğer kâğıt üzerinde bir kusur görürsem o kâğıdı koyarım kenara. Kâğıdın üzerinde sonucunu görmediğim bir şeyin üzerine çalışmaya başlamayız. O detaylar hallolduktan sonra meydana getirdiğim kompozisyona en değer katacak malzemeyi seçmektir ikinci aşama. Sonra marifetlerle, sabrı ilâve ettiğinizde her şey oluyor.
Burada sergilenen sandık çalışmasının ayrı bir hikâyesi vardı. Nedir o hikâye?
Bizim ecdadımız sandığı önce tohum saklamak için yapmış. Tohum sakladığı zaman onun böcekler tarafından içinin boşaltılmasını önlemek lâzım. O sandıkları sedir ağacından yapmışlar. Tohum sandıkları bu kadar süslü olmaz tabi, ama ağacı sedirdir. Daha sonra da baktığımızda geçmişte Türk kadınının tek mobilyası sandıktır. Gelinliğini ve ömründe edindiği en önemli eşyaları sandıkta saklar. O sandıkta saklarken sedir ağacının getirdiği bir avantaj var. Şimdiki evlerimizde o kadar sıkıntı olmuyor, ama eskiden kumaşlar için en tehlikeli şey güveydi. Bu sedir ağacının olduğu yere güve girmez. Sonra sandığın kapağını açtığın zaman sedir ağacı bir ömür boyu mis gibi kokar. Hiçbir parfümde olmayan bir aroması vardır. Bu sedir ağacının ayrıca başka bir özelliği daha var, bunu onun için severim. Meselâ burada bir kuş oymuşuz, ama dikkat ederseniz ahşabın damarları sanki kuşun kanatlarını, tüylerini oluşturmuştur. Burada saksıyı yapmışız, ahşabın damarları sanki orada bir kalem işi varmış gibi olmuştur. Burada bir papatya yapmışız, ama ahşabın damarı ikinci bir papatya oluşturmuş onun içinde. Bizim oymayla meydana getirdiğimiz bir özellik var, ama bu güzelliklerin daha fazlasını ahşabın kendi dokusu meydana getirmiştir.
Peki burada işlediğiniz çiçeklerin hikâyesi nedir?
Bu serginin Üsküdar’da yapılmasına karar verilince, bir gelenek olarak her sergi yapanın bir eserini oranın müzesine hediye etmesi gerektiği için Üsküdar konulu bir şey çalışmaya karar verdik. Ben de araştırdım. Üsküdar’daki klâsik sanatlarla uğraşan birçok kuruma gittim, kiminde o kibirle karşılaştım. Bana çok yardımcı olmadılar. Benim bir mimar abim var; Mehmet Tataroğlu. Eğer elli sene evvel onunla tanışmasaydım böyle bir sergi olmazdı. Onunla konuştum. Ali Üsküdârî diye bir adam yaşamış, onu araştırdım. Sonra Beşir Ayvazoğlu’yla konuştum. Aynı isimde birleştiler. Ali Üsküdârî’nin eserleriyle ilgili bir doçent hanım kitap hazırlamış, onu buldum. Kendisi 18. yy’da Üsküdar’da yaşamış. Ama Üsküdar’ın hangi semtinde yaşamış, kaç yılında doğmuş, kaç yılında ölmüş belli değil. Fakat 18. yy’da çiçek akımında yaptığı eserler mevcut. Bu da o eserlerden biri. O kitaptan bu çiçeğin ahşaba uyarlanabileceğini hesap ettim. Renkler de aynıdır. Zemin malzemesi akçaağaç, çerçevesi de Türk cevizindendir.
Peki buradaki kavuklukları dekoratif amaçla mı yaptınız? Günümüzde kullanılmıyor olsa gerek.
Yani günümüzde dekoratif amaçlı, ama geçmişte Türk insanının hayatının bir parçası. Osmanlı varlıklı ailelerin erkekleri kavuk takarlar, akşam kavuğunu yatak odasında çıkardığı zaman onun formu bozulmadan bir yerde muhafaza edilmesi lâzım. Sanatla zenginlik birbirine paralel. Zenginlik olmazsa sanat olmaz. Zenginler kendileri belki sanat yapmıyorlar, ama zenginlik yaptırıyor. O şekilde gelişmiş.
Bu kuş evlerini siz mi tasarladınız peki? Yoksa eski bir eserin replikası mı?
Bunlar tasarlandı. Ama şunu ifade etmek istiyorum ki bazı tasarımcılar “Ben hiçbir yere bakmadan kafamdakini meydana getiriyorum” diyor. Eğer doğru bir şey yapıyorsa, bakmıyorsa da bir yerden görmüştür. Ben o sözü kabul etmiyorum. Yapılmış her güzel şeye bakarım. Bazen de onu geliştiririm.
Meselâ şuradaki oval tavan göbeği bir Safranbolu evinden röleveymiş. Ama Safranbolu’da 150 sene evvel yapılmış. Ben bunu İstanbul’da yapınca biraz daha zariflettim, dokuları incelttim. Ben “Şurayı yaparsam daha az malzeme gider, şöyle yaparsam daha az işçilik gider” diye hiç düşünmedim. Bir şey en güzel neyle meydana gelirse onların hepsini kullandım.
Verdiğiniz cevaplar için çok teşekkür ederiz.
Ben teşekkür ederim.
Suat Yazıcı kimdir?
1952 yılında Bingöl ili Kiğı ilçesi Dallıca Köyü’nde doğdu. İlkokulu köyde, ortaokulu 1964-67 yıları arası Kiğı Ortaokulu’nda okudu. Lise eğitimini Bingöl Sanat Enstitüsü’nde 1967-70 yılları arasında yaptı. 1970 yılında hem çalışmak hem de okumak için İstanbul’a geldi. 2 yıl Galata Kulesi bölgesinde o yıllarda marangozluk mesleğinin kalbi olan yerde; babasının amca oğlu Hayri Yazıcı’nın atölyesinde marangozluk mesleğine başladı. 1972 yılında o günkü adı yla Yüksek Teknik Öğretmen Okulu’na başladı. 1976 yılında atölye işletmecisi oldu. 1983’ten beri de Ümraniye’de “Ağaç İşleri Atölyesi”nde çalışmalarını sürdürüyor.
Röportaj: Emine Sultan Çakır
Fotoğraf: Faruk Çakır