muhalif ve adavet olduğundan, elbette böyle bir rububi-
yet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez.
kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelima-
tı, belki hurufatı ve hey’atıyla mütemadiyen tevhide irşa-
datı, bu büyük sırdan ileri gelmiştir.
Üçüncü hakikat,
kemalât’
tır.
evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri, harika güzel-
likleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-i
kemalâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâ-
inatı hiçten icat edip her cihetle mu’cizatlı ve cemalli bir
surette idare eden Hâlık’ın kemalâtına ve o Hâlık’ın âyi-
ne-i zîşuuru olan insanın kemalâtına şahadeti pek zahir-
dir.
Madem kemalât hakikati vardır. Ve madem kâinatı ke-
malât içinde icat eden Hâlık’ın kemalâtı muhakkaktır. Ve
madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve
Hâlık’ın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın
kemalâtı haktır ve hakikatlidir. elbette bu gözümüz ile
gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı fenâ ve zevalde
yuvarlanan ve neticesiz olarak tesadüfün oyuncağı, tabi-
atın mel’abegâhı, zîhayatın zalimâne mezbahası, zîşuurun
dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren ve âsârı ile kemalâtı
görünen insanı en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir
hayvan derekesine indiren; ve Hâlık’ın âyine-i kemalâtı
olan bütün mevcudatın şahadetiyle, nihayetsiz kemalât-ı
kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemalâtını setredip perde çe-
kerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk,
elbette olamaz ve hakikatsizdir.
adavet:
düşmanlık, husumet.
âdilâne:
adaletli olana yakışır bir
surette, doğrulukla, âdilcesine.
arz:
yer, dünya.
asar:
eserler, izler, nişanlar.
âyât:
Kur’ân ayetleri.
âyine-i kemalât:
olgunlukların,
mükemmelliklerin görüntüsü, ay-
nası.
âyine-i zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi
ayna; insan, cin, melek.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açık-
lık.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
bilhassa:
özellikle.
cemal:
güzellik.
cihet:
yan, yön, taraf.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
delâlet:
delil olma, gösterme.
dereke:
en aşağı kat.
ehemmiyetli:
önemli.
fenâ:
yok olma, ölümlülük, geçi-
cilik.
gaye:
maksat, hedef.
hakikat:
gerçek, esas.
hakikat-i kemalât:
olgunlukların,
mükemmelliklerin gerçeği, esası.
hakîmâne:
hikmetli bir şekilde.
halife:
yeryüzünde bazı hususlar-
da Allah adına ve yine Allah’ın iz-
niyle hareket eden.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hallâkıyet:
yaratıcılık.
harika:
olağanüstü.
hey’at:
şekiller, biçimler, yapılar.
hikmet:
İlâhî gaye, gizli sebep.
hurufat:
harfler.
hüzüngâh:
üzüntü yeri.
icat:
vücuda getirme, yoktan var
etme.
idare:
bir işi yürütme, çekip çevir-
me.
iptal:
boş, hükümsüz bırakma.
irşadat:
irşatlar, uyarmalar, doğru
yolu göstermeler.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
kanun:
yasa.
kelimat:
kelimeler, sözler.
kemal:
olgunluk, mükemmellik,
kusursuz, tam ve eksiksiz olma.
kemalât:
faziletler, kemaller, ol-
gunluklar, mükemmellikler.
kemalât-ı kudsiye:
noksanlıklar-
dan uzak, kudsî mükemmellikler.
kesretli:
çokluğu olan, çok fazla.
madem:
...den dolayı, böyle ise.
masnu:
sanatla yapılmış eşya, var-
lık.
mel’abegâh:
oyun yeri.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mezbaha:
hayvan kesilen yer.
mu’cizat:
mu’cizeler, Allah ta-
rafından verilip, yalnız pey-
gamberlerin gösterebilecekle-
ri büyük harika işler.
muhakkak:
doğruluğu kesin-
lik kazanmış, mutlak.
muhalif:
zıt, karşıt.
mühim:
önemli, ehemmiyet-
li.
mütemadiyen:
sürekli olarak,
devamlı.
netice-i faaliyet:
faaliyetin ne-
ticesi.
nihayetsiz:
sonsuz, sınırsız.
setretmek:
örtmek, kapatmak,
gizlemek.
sır:
gizli hakikat.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şirk:
Allah’a ortak koşma, Al-
lah’tan başka yaratıcının bu-
lunduğuna inanma.
takdisat:
takdisler, Allah’ın her
bakımdan kusursuz ve eksik-
siz olduğunu bildirmeler.
tesadüf:
rastlantı, bir şeyin
kendiliğinden meydana gel-
mesi.
tesbihat:
tesbihler, Cenab-ı
Hakkın bütün noksan sıfatlar-
dan uzak ve bütün kemal sı-
fatlara sahip olduğunu ifade
eden sözler.
ulvî:
yüksek, yüce.
vücut:
var olma, varlık.
zahir:
açık, aşikâr.
zalimâne:
zalim olana yakışır
şekilde, zulmeder surette, za-
limce.
zeval:
sona erme, yok olma,
ölme.
zîhayat:
hayat sahibi.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 252 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar