sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratanı’nı arayan
ve on sekiz adet mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate
yetişen bir mirac-ı imanî ile gaibâne marifetten hâzırâne
ve muhatabâne bir makama terakki eden meraklı ve müş-
tak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki:
Fatiha-i Şerife’de, başından tâ
(1)
n
?És
jp
G
kelimesine kadar
gaibâne methüsena ile bir huzur gelip
n
?És
jp
G
hitabına çıkıl-
ması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibâne aramayı bı-
rakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız. Her şeyi gös-
teren güneşi güneşten sormak gerektir.
evet, her şeyi gösteren, kendini her şeyden ziyade gös-
terir. öyle ise şemsin şuaatı ile onu görmek ve tanımak
gibi, Hâlık’ımızın esma-i Hüsnasıyla ve sıfât-ı kudsiyesiy-
le onu, kabiliyetimizin nispetinde tanımaya çalışabiliriz.
Bu maksadın hadsiz yollarından iki yolu ve o iki yolun
hadsiz mertebelerinden iki mertebeyi ve o iki mertebenin
pek çok hakikatlerinden ve pek çok uzun tafsilâtından yal-
nız iki hakikati icmal ve ihtisar ile bu risalede beyan ede-
ceğiz.
•
Birinci Hakikat
: Bilmüşahede gözümüzle görünen
ve muhit ve daimî ve muntazam ve dehşetli ve semavî ve
arzî olan bütün mevcudatı çeviren ve tebdil ve tecdit
eden ve kâinatı kaplayan faaliyet-i müstevliye hakikati
görünmesi ve o her cihetle hikmetmedar faaliyet haki-
katinin içinde tezahür-i rububiyet hakikatinin bilbedahe
arş-ı hakikat:
hakikat arşı.
arzî:
dünyaya ait, dünya ile ilgili.
beyan etmek:
açıklamak, bildir-
mek, izah etmek.
bilbedahe:
açıktan, aşikâr olarak.
bilmüşahede:
görerek, bizzat şa-
hit olarak.
bilmüşahede ve’l-ayan:
apaçık,
şahit olur gibi ve gözle görünür-
cesine.
cihet:
yan, yön, taraf.
delâlet:
delil olma, gösterme.
enva:
çeşitler, türler, neviler.
erkân:
rükünler, esaslar.
Esma-i Hüsna:
Allah’ın adları, Al-
lah’ın doksan dokuz güzel ismi.
faaliyet-i müstevliye:
her tarafa
yayılan, istilâ eden faaliyet.
gaibâne:
görünmeden, hazırda gö-
rünmeksizin.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, bir şeyin aslı,
esası.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hazırâne:
hazırcasına; karşısında
bulunup, görünürcesine.
hikmetmedar:
hikmetli.
hitap:
söz söyleme, topluluğa ve-
ya birisine karşı konuşma.
icmal:
kısaltma, özetleme.
ihtisar:
sözü ve yazıyı kısaltma,
özetleme.
ilâh:
kendisine ibadet edinilen ta-
pınılan Ma’bud, Allah.
ittifak:
birleşme, fikir birliği etme.
kabiliyet:
istidat, yetenek.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
marifet:
bilme, derin bilgi.
methüsena:
methedip övmek.
mertebe:
derece, basamak.
mevcudat:
mevcutlar, var olan
her şey, mahlûklar.
mizan:
ölçü.
muazzam:
çok büyük, ulu, yüce.
muhafaza:
koruma.
muhatabâne:
kendisine hitap olu-
nurcasına.
muhit:
ihata eden, kuşatıcı.
muhteşem:
haşmetli, yüce.
munazzam:
tanzim olunmuş, dü-
zen verilmiş, düzenli.
muntazam:
nizamlı, intizamlı, dü-
zenli ve düzgün biçimde.
muvazene:
denge.
mücessem:
tecessüm etmiş, ci-
simlenmiş.
mümkin:
mümkün, olabilir olan-
lar, yaratılanlar.
mümteni:
imkânsız, olamaz.
müştak:
arzulu, fazla istekli, işti-
yak gösteren.
müştemilât:
şümulünde olan şey-
ler, içinde bulunanlar.
müzeyyen:
ziynetlendirilmiş, süs-
lü.
nazir:
benzer, eş.
nispet:
oran, ölçü.
ruh:
dirilik kaynağı, hayatın
temeli ve sebebi olan manevî
varlık.
semavî:
semaya ait, gökten
gelen.
Sıfât-ı Kudsiye:
Allah’ın mu-
kaddes sıfatları.
suret:
biçim, tarz, görünüş.
şahadet:
şahit olma, şahitlik,
tanıklık.
şems:
güneş.
şuaat:
şualar, ışınlar, parıltılar.
tafsilât:
tafsiller, açıklamalar,
izahlar.
tagayyür:
değişme, başkalaş-
ma.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
tebdil:
değiştirme, başka bir
hale getirme.
tecavüp:
cevaplaşma, karşı-
lıklı cevap verme.
tecdit:
yenileme, tazeleme.
terakki:
yükselme, ilerleme.
tezahür-i rububiyet:
Cenab-ı
Hakkın terbiye, tedbir ve ida-
re ediciliğinin ortaya çıkması,
görünmesi.
vahdet:
bir ve tek olma.
varidat:
gelirler.
vücub-i vücut:
varlığı gerekli
olmak, olmaması imkânsız ol-
mak, varlığı zarurî ve vacip ol-
mak.
ziyade:
çok, fazla.
1.
Ancak Sana... (Fatiha Suresi: 5.)
AYETÜ’L-KÜBRA
| 242 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar