mahlûkatta kuvvetlerinin bütün bütün haricinde bir teavün
hakikati görünüyor.
Meselâ, unsurları zîhayatın imdadına, hususan bulutla-
rı nebatatın mededine ve nebatatı dahi hayvanatın yardı-
mına; ve hayvanat ise, insanların muavenetine ve meme-
lerin kevser gibi sütleri yavruların beslenmelerine ve zî-
hayatların iktidarları haricindeki pek çok hacetleri ve er-
zakları umulmadık yerlerden onların ellerine verilmesi,
hatta zerrat-ı taamiye dahi hüceyrat-ı bedeniyenin tami-
rine koşmaları gibi, teshir-i rabbanî ile ve istihdam-ı rah-
manî ile hakikat-i teavünün pek çok misalleri doğrudan
doğruya bütün kâinatı bir saray gibi idare eden bir rab-
bülâlemîn’in umumî ve rahîmâne rububiyetini gösteriyor-
lar.
Evet, camit ve şuursuz ve şefkatsiz olan ve birbirine şef-
katkârâne, şuurdarâne vaziyet gösteren muavenetçiler,
elbette gayet Rahîm ve Hakîm bir Rabb-i Zülcelâl’in kuv-
vetiyle, rahmetiyle, emriyle yardıma koşturuluyorlar.
İşte, kâinatta cari olan teavün-i umumî; seyyarattan tâ
zîhayatın âzâ ve cihazat ve zerrat-ı bedeniyesine kadar
kemal-i intizamla cereyan eden muvazene-i amme ve
muhafaza-i şamile; ve semavatın yaldızlı yüzünden ve ze-
minin ziynetli yüzünden tâ çiçeklerin süslü yüzlerine ka-
dar kalem gezdiren tezyin; ve kehkeşandan ve Manzu-
me-i Şemsiye’den tâ mısır ve nar gibi meyvelere kadar
hükmeden tanzim; ve güneş ve kamerden ve unsur-
lardan ve bulutlardan tâ bal arılarına kadar memuriyet
veren tavzif gibi pek büyük hakikatlerin büyüklükleri
aza:
organlar, uzuvlar.
camit:
ruhsuz, cansız.
cari:
cereyan eden, akan, işleyen.
cereyan:
akış, akıntı.
cihazat:
cihazlar, uzuvlar, organ-
lar.
erzak:
yiyecek, içecek, azıklar.
gayet:
son derece.
hacet:
ihtiyaç.
hakikat-i teavün:
yardımlaşma,
birbirinin yardımına koşma ger-
çeği.
Hakîm:
her şeyi bir maksatla uy-
gun ve hikmetle yaratan, hikmet
sahibi Allah.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı, dışta
kalan.
hayvanat:
hayvanlar.
hususan:
bilhassa, özellikle.
hüceyrat-ı bedeniye:
bedene ait
hücreler.
hükmetme:
hâkim olma, işleme.
iktidar:
güç yetme, yapabilme, bir
işi gerçekleştirmek için gereken
kuvvet.
imdat:
yardım.
istihdam-ı rahmanî:
çok şefkatli
ve merhametli olan Cenab-ı Hak-
kın çalıştırması, hizmet ettirmesi.
kamer:
Ay.
Kehkeşan:
Samanyolu.
kemal-i intizam:
intizamın mü-
kemmel oluşu, tam ve eksiksiz
düzen.
Kevser:
cennette bulunan bir akar-
su.
kuvvet:
güç, kudret.
mahlûkat:
Allah tarafından yara-
tılanlar.
Manzume-i Şemsiye:
güneş ile
ona bağlı olan seyyareler, güneş
sistemi.
medet:
inayet, yardım, imdat.
memuriyet:
memurluk, memur
olma hâli.
meselâ:
örneğin.
misal:
örnek.
muavenet:
yardım.
muhafaza-i şamile:
her şeyi içine
alan koruma.
muvazene-i amme:
umumî, ge-
nel denge.
nebatat:
bitkiler.
rabb-i Zülcelâl:
celâl sahibi olan
ve her şeyi terbiye eden Allah.
rabbülâlemîn:
âlemlerin Rabbi,
bütün âlemleri idare ve terbiye
eden Allah.
rahîm:
merhamet eden, çok mer-
hametli olan, esirgeyen, koruyan,
acıyan Allah.
rahîmâne:
rahîm olarak, mer-
hamet ederek, merhametli ola-
rak.
rahmet:
şefkat etmek, mer-
hamet etmek, esirgemek.
rububiyet:
Cenab-ı Hakkın her
zaman, her yerde, her mahlû-
ka muhtaç olduğu şeyleri ver-
mesi, onu terbiye etmesi ve
idaresi altında bulundurma
vasfı.
semavat:
semalar, gökler.
seyyarat:
gezegenler.
şefkat:
acıyarak ve esirgeye-
rek sevme, içten ve karşılıksız
merhamet.
şefkatkârâne:
şefkatli ve mer-
hametli bir şekilde.
şuurdarâne:
şuura dayalı ola-
rak, şuurlu bir şekilde.
şuursuz:
idraksiz, bilgisiz.
tanzim:
düzenleme, sıralama,
tertipleme.
tavzif:
vazifelendirme, görev-
lendirme.
teavün:
yardımlaşma, birbiri-
ne yardım etme.
teavün-i umumî:
genel yar-
dımlaşma.
teshir-i rabbanî:
Rabbin eş-
yaya boyun eğdirmesi.
tezyin:
süsleme, ziynetlendir-
me.
umumî:
herkesle ilgili, genel.
unsur:
madde, esas, kök.
vaziyet:
durum.
yaldız:
eşyaya altın ve gümüş
görüntüsü vermek için yapı-
lan süs.
zemin:
yeryüzü.
zerrat-ı bedeniye:
beden zer-
releri.
zerrat-ı taamiye:
yiyecek zer-
releri, yemek tanecikleri.
ziynet:
süs, bezek.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 240 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar