Şualar - page 250

İkinci Bab
Berahin-i tevhidiyeye dairdir.
dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fik-
ren seyahat eden ve her şeyden Hâlık’ını soran ve her
yerde rabbini arayan ve hakkalyakin derecesinde İlâhını
vücub-i vücut noktasında bulan dünya misafiri, kendi ak-
lına dedi ki:
“gel, Vacibü’l-Vücud Hâlık’ımızın vahdet bürhanlarını
temaşa için, yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı is-
tilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derece-
sinde istilzam edip isterler.
Birinci hakikat,
ulûhiyet-i mutlaka’
dır.
evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadet ile fıtrî
gibi meşgul olması; ve sair zîhayatın, belki cemadatın da-
hi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması;
ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsan-
ların her biri, bir ma’budiyet tarafından, hamd ve ibadeti
yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy
ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı
maneviyenin bir tek İlâhın ma’budiyetini ilân etmeleri, el-
bette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu
ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
bedahet:
açıklık, aşikâr, ispata ih-
tiyaç olmayacak derecede açık-
lık.
berahin-i tevhidiye:
Allah’ın bir-
liğine ve varlığına ait deliller.
cemadat:
cansızlar, cansız yara-
tıklar, katı cisimler.
dair:
alâkalı, ilgili.
fikren:
fikir ile, düşünerek, zih-
nen.
fıtrî:
tabiî, yaratılıştaki, doğuştan
olan.
hakikat-i kudsiye:
kudsî, yüce
hakikat.
hakkalyakin:
marifet mertebesi-
nin en yükseği; bir şeyi yaşaya-
rak, içine girerek, doğruluğundan
şüpheye asla yer bırakmayacak
biçimde kesin olarak bilme.
Hâlık:
yoktan yaratan, her şeyi
yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hamd:
Allah’a karşı şükran ve
memnuniyetini onu överek bildir-
me.
hükmünde:
değerinde, yerinde.
hükümferma:
hükümran, hüküm
süren.
ihsan:
bağışlama, ikram etme, lü-
tuf.
İlâh:
kendisine ibadet edinilen ta-
pınılan Ma’bud, Allah.
ilân:
yayma, duyurma.
ilham:
belli bilgi vasıtalarına baş-
vurmadan Allah tarafından insa-
nın kalbine veya zihnine indirilen
mana.
iman:
inanma, itikat.
istilâ:
kaplama, yayılma.
istilzam:
gerektirme.
kâinat:
yaratılmış olan şeylerin
tamamı, bütün âlemler, varlıklar.
ma’budiyet:
ilâh oluş, kendi-
sine ibadet edilmeye lâyık
oluş.
maddî:
madde ile alâkalı, cis-
manî.
manevî:
manaya ait, maddî
olmayan.
menzil:
inilen yer, konak.
meşgul:
bir işle uğraşan, iş
görmekte olan kimse.
nev-i beşer:
insanoğlu, insan-
lar.
nevi:
çeşit, tür.
nimet:
lütuf, ihsan, bağış.
perestiş:
tapma, aşırı derece-
de sevme, meftunluk.
rab:
besleyen, yetiştiren, ver-
diği nimetlerle mahlûkatı ıs-
lah ve terbiye eden Allah.
sair:
diğer, başka, öteki.
seyahat:
yolculuk.
şükür:
nimet ve iyiliğin sahi-
bini tanıma ve ona karşı min-
net duyma.
taife:
kavim, kabile.
temaşa:
hayretle ve dikkatle
bakma, seyretme.
tereşşuhat-ı gaybiye:
gaybî
sızıntılar, emareler, belirtiler.
tezahürat-ı maneviye:
ma-
nevî görüntüler, görünüşler.
ulûhiyet-i mutlaka:
hiçbir kay-
da ve şarta bağlı olmaksızın
ilâh olma, mutlak ilâhlık.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî
ve zatî olan; varlığı başkasının
varlığına bağlı değil, kendin-
den olup ezelî ve ebedî olan
Allah.
vahiy:
Cenab-ı Hakkın dilediği
hükümleri, sırları ve hakikat-
leri peygamberlere bildirme-
si.
vesile:
aracı, vasıta.
zîhayat:
hayat sahibi.
AYETÜ’L-KÜBRA
| 250 |
Y
edinci
Ş
ua
Şualar
1...,240,241,242,243,244,245,246,247,248,249 251,252,253,254,255,256,257,258,259,260,...1581
Powered by FlippingBook