bilerek ve severek hayat-ı dünyeviyeyi dine ve ahirete, ya-
ni elması tanıdığı ve bulduğu halde beş paralık şişeyi ona
tercih etmek gibi, sefahet-i hayatı dinî hissiyata muanni-
dâne tercih edip, dinsizlikle iftihar ederler.” Bu cümlenin
bu asra bir hususiyeti var. Çünkü hiçbir asır böyle bir tar-
zı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet, ahireti bil-
miyor ve inkâr ediyor, elması elmas bilmiyor, dünyayı ter-
cih ediyor.
Ve ikinci cümlesi olan
(1)
$G p
?«/
Ñn
°S r
øn
Y n
¿ht
óo
°ün
jn
h
ile der ki:
“O bedbahtların dalâleti, muhabbet-i hayattan ve temer-
rütten neş’et ettiği için, kendi halleri ile durmuyorlar, te-
cavüz ediyorlar. Bildikleri ve onunla ecdatları bağlı olan
dine, adavetkârâne, menbalarını kurutmak ve esasatını
bozmak ve kapılarını ve yollarını kapatmak istiyorlar.”
Ve üçüncü cümlesi olan
(2)
Ék
Ln
ƒp
Y Én
¡n
fƒo
¨r
Ñn
jn
h
ile der ki: “On-
ların dalâleti fenden, felsefeden geldiği için acip bir gurur
ve garip bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara ve-
rip, nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlâhî
kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikın düstur-
larını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsait gör-
mediklerinden –haşa, haşa– eğri, yanlış, noksan bulmak
istiyorlar.”
İşte bu ayet, üç cümlesiyle manen bu asırda acip bir
taife-i dâlleye tam bir tevafuk-i manevî ile mana-i işarîsiy-
le çok efradı içinde hususi baktığı gibi, tevafuk-i cifrîsiyle
dahi başlarına parmak basıyor. Evet evvelki cümle olan
gelmiş ilimlere verilen genel ad .
firavunluk:
nefsini ve benliğini fi-
ravun gibi ilâh seviyesine çıkara-
cak derecede büyük görme.
garip:
tuhaf, hayret verici.
gurur:
kibir, böbürlenme.
hakaik:
hakikatler, doğrular, ger-
çekler.
hâşâ:
asla, katiyen, öyle değil, Al-
lah göstermesin.
hayat-ı dünyeviye:
dünyaya ait
olan hayat.
hevesat:
hevesler.
hissiyat:
hisler, duygular.
hususî:
özel.
hususîyet:
hususîlik, ayırıcı özellik
.
idare:
döndürme, çevirme, yönet-
me .
iftihar:
övünme.
İlâhî:
Allah’la ilgili, Cenab-ı Hakka
dair .
inkâr:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, kabul ve tasdik etme-
me.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
mana-yı işarî:
yazı ve işaretlerle
ifade edilen mana.
manen:
mana bakımından, mana-
ca.
menba:
kaynak.
muannidane:
inatçılıkla, inatçıya
yakışır şekilde, inatçı bir şekilde.
muhabbet-i hayat:
dünyaya tam
bağlılık, yaşama sevgisi.
müsait:
uygun, münasip.
müştehiyat:
iştahlılar, istekliler.
nefs:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan hayırlı işlerden alıkoyan
güç.
neşet:
meydana gelme, oluşma,
çıkma.
sâir:
diğer, başka, öteki.
sefahet-i hayat:
meşru olmayan
eğlenceli hayat.
süflî:
aşağılık, bayağı, âdi.
şua:
ışın, bir ışık kaynağından uza-
nan ışık telleri.
taife-i dâlle:
dalâlete sapan taife,
grup.
tecavüz:
saldırma, sınırını aşma.
temerrüt:
inatçılık, hakkı kabulde
direnme.
tevafuk-i cifrî:
cifirle ilgili tevafuk,
cifrî hesaba göre birbirine denklik,
uygunluk, münasebet.
tevafuk-i manevî:
manevî uygun-
luk.
acip:
tuhaf, hayrette bırakan.
adavetkârâne:
düşmancası-
na, kin duyarak.
ahiret:
dünya hayatından
sonra başlayıp ebediyen de-
vam edecek olan ikinci hayat.
âlem:
varlık tabakalarından
her biri.
asr:
yüzyıl.
ayet:
Kur’an’ın her bir cümlesi.
bedbaht:
bahtsız, talihsiz, za-
vallı.
dalâlet:
iman ve İslâmiyet’ten
ayrılmak, azmak.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
düstur:
kaide, esas, prensip.
ecdat:
dedeler, büyük baba-
lar, atalar.
efrat:
fertler.
ehl-i dalâlet:
dalâlet ehli; yol-
dan çıkanlar, azgın ve sapkın
kimseler.
elmas:
çok kıymetli bir mü-
cevher .
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
esâsât:
esaslar, kökler, temel-
ler.
evvel:
önce.
felsefe:
madde ve hayatı baş-
langıç ve gaye bakımından in-
celeyen ilim.
fen:
tecrübî, ispatla meydana
1.
Halkı Allah yolundan alıkoyarlar.
2.
Doğru yolu eğni olarak göstermeye çalışırlar.
SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ | 163 |
B
İRİNCİ
Ş
UA