Birisi
, topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır.
İkincisi
, bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet
yolunu irae etmektir.
Ben bakıyorum ki, yirmiye karşı seksen adam, elinde
topuz tutuyor. Hâlbuki, o bîçare ve mütehayyir olan sek-
sene karşı, hakkıyla nur gösterilmiyor. gösterilse de, bir
elinde hem sopa, hem nur olduğu için, emniyetsiz olu-
yor. Mütehayyir adam, “Acaba nurla beni celp edip, to-
puzla dövmek mi istiyor?” diye telâş eder. Hem de bazen
arızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.
İşte, o bataklık ise, gafletkârâne ve dalâletpişe olan se-
fihâne hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. o sarhoşlar, dalâ-
letle telezzüz eden mütemerritlerdir. o mütehayyir olan-
lar, dalâletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kur-
tulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar, mütehayyir insanlar-
dır. o topuzlar ise siyaset cereyanlarıdır. o nurlar ise ha-
kaik-ı kur’âniyedir. nura karşı kavga edilmez, ona karşı
adavet edilmez. sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nef-
ret eden olmaz.
İşte, ben de nur-i kur’ân’ı elde tutmak için,
(1)
p
á°n
SÉn
«°pq
ùdGn
h p
¿Én
£r
«°s
ûdG n
øp
e $Ép
H o
Pƒo
Yn
G
deyip, siyaset topuzunu
atarak, iki elimle nura sarıldım. gördüm ki, siyaset cere-
yanlarında, hem muvafıkta, hem muhalifte o nurların
âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirlikle-
rin çok fevkinde ve onların garazkârâne telâkkiyatların-
dan müberra ve safî olan bir makamda verilen ders-i
kur’ân ve gösterilen envar-ı kur’âniyeden hiçbir taraf ve
adavet:
düşmanlık.
arıza:
aksama.
âşık:
tutkun, aşırı seven.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
celp etmek:
kendine çekmek.
cereyan:
akım, hareket, fikir.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılmak,
iman ve İslâmiyetten ayrılmak,
azmak.
dalâletpişe:
dalâlet ve sapıklığı
meslek hâline getirmiş.
ders-i kur’ân:
Kur’ân dersi.
emniyet:
inanma, güvenme.
envar-ı kur’âniye:
Kur’ân nurları,
ışıkları.
fevkinde:
üstünde, üzerinde.
gafletkârâne:
gafletli bir şekilde
Allah’tan uzaklaşıp nefsinin arzu-
larına dalarak.
garazkârâne:
garazkârlıkla, düş-
mancasına, kötü niyet ve kinle.
hakaik-ı kur’âniye:
Kur’ân ait
olan gerçekler.
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye:
in-
sanlara ait olan sosyal hayat.
irae etmek:
göstermek.
makam:
manevî mevki, yer.
muhalif:
uymayan, bir dü-
şünceye karşı gelen.
muvafık:
uyan, bir düşünceyi
kabul eden.
müberra:
temiz, arınmış.
mütehayyir:
hayrette kalmış,
şaşırmış.
mütemerrit:
inatçı, hakkı ka-
bul etmemekte direnen.
nefret etme:
iğrenme, tiksin-
me.
nefret:
iğrenme, tiksinme.
nur:
parıltı, ışık, aydınlık.
nur-i kur’ân:
Kur’ân nuru.
safî:
temiz, saf.
sefihâne:
helâl olmayan zevk
ve eğlencelere düşkün ola-
rak.
selâmetli:
tehlikeden, kork-
tuklarından ve kötülüklerden
kurtaran; güvenli.
siyaset:
politika.
şeytan-ı racîm:
taşlanmış,
kovulmuş şeytan.
tarafgirlik:
taraftarlık, taraf
tutma.
telâkkiyat:
telâkkiler, düşün-
celer.
telâş etme:
endişelenme,
kaygılanma.
telezzüz etmek:
lezzetlen-
mek.
topuz:
ucu top şeklinde eski
bir silâh.
vakit:
zaman.
o
n
Ü
çÜncÜ
m
ekTup
| 82 | Mektubat
1
. Şeytanın ve siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.