Cenab-ı Hak bize gayet kariptir; biz ondan gayet de-
recede uzağız. nasıl ki, güneş, elimizdeki âyine vasıtasıy-
la bize gayet yakındır ve yerde her bir şeffaf şey, kendi-
ne bir nevi arş ve bir çeşit menzil olur. eğer güneşin şu-
uru olsaydı, bizimle âyinemiz vasıtasıyla muhabere eder-
di. Fakat biz ondan dört bin sene uzağız.
Bilâteşbihve
lâtemsil
, Şems-i ezelî, her şeye daha yakındır. Çünkü
Vacibü’l-Vücud’dur, mekândan münezzehtir. Hiçbir şey
ona perde olamaz. Fakat her şey nihayet derecede on-
dan uzaktır.
İşte, Miracın uzun mesafesiyle,
(1)
p
ój /
Qn
ƒr
dG p
?r
Ñn
M r
øp
e p
¬r
«n
dp
G o
Ün
ôr
bn
G o
ør
ën
fn
h
’in ifade ettiği mesafesiz-
liğin sırrıyla, hem resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesse-
lâmın gitmesinde çok mesafeyi tayyederek gitmesi ve
an-ı vahitte yerine gelmesi sırrı bundan ileri geliyor. re-
sul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Miracı onun seyrü-
sülûküdür, onun ünvan-ı velâyetidir.
ehl-i velâyet, nasıl ki seyrüsülûk-i ruhanî ile, kırk gün-
den tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imani-
yenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor. öyle de, bütün ev-
liyanın sultanı olan resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesse-
lâm, değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle,
hem havâssıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk
dakikada, velâyetinin keramet-i kübrası olan Miracı ile
bir cadde-i kübra açarak hakaik-ı imaniyenin en yüksek
mertebelerine gitmiş, Miraç merdiveniyle Arşa çıkmış,
aleyhissalâtü vesselâm:
“salât
ve selâm onun üzerine olsun,”
anlamında.
an-ı vahit:
bir anda.
arş:
dokuzuncu ve en sonuncu
gök tabakası, göğün en yüksek
katı. Allah’ın büyüklüğünün ve
yüceliğinin tecelli ettiği yer; taht.
âyine:
ayna.
bilâteşbih ve lâtemsil:
benzet-
memekle ve örnek gösterme-
mekle birlikte (benzetmek ve ör-
nek getirmek gibi olmasın).
cadde-i kübra:
büyük cadde.
derecat-ı imaniye:
imanın dere-
celeri, mertebeleri.
ehl-i velâyet:
velî olanlar, Allah’ın
dostluğunu kazananlar, velîlik sı-
fatını taşıyanlar.
evliya:
velîler, Allah dostları.
gayet:
son derece, çok.
hakaik-ı imaniye:
iman hakikat-
leri.
hakkalyakîn:
yaşayarak bilme,
bilginin en kesin hâli.
havâs:
hisler, duygular.
karip:
yakın.
keramet-i kübra:
en büyük ke-
ramet.
letaif:
lâtifeler, insanın manevî
yapısında bulunan ince ve hassas
duygular.
mekân:
yer.
menzil:
yer, mekân.
mertebe:
derece, makam..
mesafe:
uzaklık.
Miraç:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed Efendimizin, Recep ayı-
nın 27. gecesinde Cenab-ı Hakkın
huzuruna ruhen, cismen, hâlen
çıkması mu’cizesi.
muhabere:
haberleşme.
mukabil:
karşı, karşılık.
münezzeh:
uzak, muhtaç olma-
yan, berî.
nevi:
tür, çeşit.
nihayet:
son.
perde:
engel.
Resul-i ekrem:
Allah’ın en
değerli ve en cömert elçisi
olan Hz. Muhammed.
seyrüsülûk:
Peygamberimi-
zin miraçta Allah’ın huzuruna
yükselirken maddî ve manevî
olarak yaptığı yolculuk; ma-
nevî âlemlerde yol katetme.
seyrüsülûk-i ruhanî:
ruh ile
bazı manevî mertebe ve ma-
kamlara yükselme, yolculuk
etme.
sultan:
maneviyat büyükleri-
ne verilen ünvan.
Şems-i ezelî:
ezelî güneş; var-
lığının başlangıcı olmayan ve
her şeyi nurlandıran Cenab-ı
Hak.
şuur:
bir şeyi anlama, tanıma
ve kavrama gücü; anlayış, id-
rak.
tayy:
atlama, aşma, geçme.
terakki:
ilerleme, yükselme,
gelişme.
ünvan-ı velâyet:
velâyet ün-
vanı, velîlik sıfatı.
Vacibü’l-Vücud:
varlığı zarurî
ve zatî olan; varlığı başkasının
varlığına bağlı değil, kendin-
den olup ezelî ve ebedî olan
Allah.
vasıta:
aracı, aracılık.
velâyet:
velîlik, ermişlik, Al-
lah dostluğu.
1.
Ve biz ona şah damarından daha yakınız. (Kaf Suresi: 16.)
Y
irmi
d
ördÜncÜ
m
ekTup
| 516 | Mektubat