eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet
uzaksa, meselâ adî bir adam, İbni sina gibi bir dâhîyi
ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın va-
ziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki
kendi maskara olacak. Her bir hâli bağıracak ki, “Bu
sahtekârdır!”
İşte –hâşâ, yüz bin defa hâşâ– kur’ân beşer kelâmı
farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekel-
lüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün?
Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannu-
suz, temaşa ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmî bir ne-
fer, namdar, âlî bir müşirin tavrını takınsın, makamında
otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin?
Hem müfteri, yalancı, itikatsız bir adam, müddet-i öm-
ründe daima en sadık, en emin, en mutekit bir zatın key-
fiyetini ve vaziyetini en müdakkik nazarlara karşı telâşsız
göstersin, dâhîlerin nazarında tasannuu saklansın? Bu
ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl mümkün diye-
mez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz
etmek gibi bir hezeyandır.
Aynen öyle de, kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâ-
zım gelir ki, âlem-i İslâm’ın semasında bilmüşahede pek
parlak ve daima envar-ı hakaikı neşreden bir yıldız-ı ha-
kikat, belki bir şems-i kemalât telâkki edilen kitab-ı Mü-
bin’in mahiyeti –hâşâ, sümme hâşâ– bir yıldız böceği
hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi ol-
sun ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar far-
kında bulunmasın ve onu daima âlî ve menba-ı hakaik
gerçeklerin kaynağı.
meselâ:
örneğin.
muhal:
imkânsız.
mutekit:
inanan, dindar.
müdakkik:
dikkatli inceleyen,
araştıran.
müddet-i ömür:
ömür süresi.
müfteri:
iftiracı, herhangi bir kişi-
ye yapmadığı bir şeyi isnat eden.
müşir:
en yüksek askerî derece,
mareşal.
namdar:
şan ve şöhret sahibi.
nazar:
bakış, görüş.
nefer:
asker.
neşretmek:
dağıtmak, yaymak,
saçmak.
rasat ehli:
gökyüzünü gözleyen-
ler, uzay bilimciler.
sadık:
doğru, dürüst.
sahtekâr:
sahte şeyler yapan,
düzenbaz.
sema:
gökyüzü, gök.
suret:
görünüş.
sümme:
tekrar ve tekrar, sonra.
şems-i kemalât:
her türlü mü-
kemmelliğin kaynağı olan güneş.
taklit:
benzemeye veya benzet-
meye çalışma.
tasannu:
yapmacık hareket.
tavır:
davranış, hâl.
tavus:
kuyruğu parlak, güzel ren-
kli bir kuş.
tekellüfsüz:
zahmetsiz, zorlan-
madan.
telâkki etme:
kabul etme.
telâşsız:
endişesiz, kaygısız.
temaşa ehli:
dikkatli bir şekilde
bakıp, seyredenler.
vaki:
olmuş.
vakit:
zaman.
vaziyet:
durum, duruş.
yıldız böceği:
ateş böceği.
yıldız-ı hakikat:
hakikat yıldızı.
zat:
kişi, şahıs, fert.
zîakıl:
akıl sahibi, akıllı.
adî:
sıradan, basit.
âlem-i İslâm:
İslâm âlemi, İs-
lâm dünyası.
âlî:
yüce, yüksek.
âmî:
eğitim görmemiş.
bedihî:
apaçık, besbelli.
beşer:
insan.
bilmüşahede:
gözle görerek.
dâhî:
eşine az rastlanır dere-
cede zeki.
daima:
her zaman, sürekli.
düzmek:
uydurmak, oluştur-
mak.
emin:
inanılır, güvenilir.
envar-ı hakaik:
hakikatlerin
nurları, parıltıları.
farz etmek:
öyle kabul et-
mek, varsaymak.
gayet:
son derece, çok.
hakikî:
gerçek.
hâl:
durum.
hâşâ:
kesinlikle öyle değil, as-
la.
hezeyan:
boş söz, saçmala-
ma.
hile:
aldatmaya yönelik dav-
ranış.
hurafat:
manasız sözler; batıl
inanışlar.
hükmünde:
değerinde, yerin-
de.
ihsas etme:
hissettirme.
ilim:
bilim.
itikatsız:
inançsız, imansız.
kelâm:
söz, ifade.
kelâm-ı beşer:
insan sözü.
keyfiyet:
hâl, durum, özellik.
kitab-ı Mübin:
iyiyi ve kötü-
yü, hayrı ve şerri, doğru yolu
bildiren kitap, Kur’ân-ı Kerîm.
lâzım:
gerekli.
mahiyet:
nitelik, esas, özellik.
makam:
memuriyet yeri.
maskara:
gülünç, rezil.
menba-ı hakaik:
doğruların,
Mektubat | 525 |
Y
irmi
a
lTıncı
m
ekTup