bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla bera-
ber, sen ey şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen,
buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kan-
dıramazsın. Yalnız, manen pek uzaktan baktırmakla al-
datıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.
Salisen
: Hem, kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım
gelir ki, âsârıyla, tesiratıyla, netaiciyle âlem-i insaniyetin
bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan, en hakikatli ve sa-
adetresan, en cemiyetli ve mu’cizbeyan, âlî meziyetleriy-
le yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikati –hâşâ– muavenet-
siz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniatı olsun, yakının-
da onu temaşa eden ve merakla dikkat eden büyük ze-
kâlar, ulvî dehalar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sah-
tekârlık ve tasannu eserini görmesin; daima ciddiyeti, sa-
mimiyeti, ihlâsı bulsun.
Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ah-
valiyle, akvaliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti,
imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve
ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak,
en âlî haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zatı en em-
niyetsiz, en ihlâssız, en itikatsız farz etmekle, muzaaf bir
muhali vaki görmek gibi, şeytanı dahi utandıracak bir he-
zeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. zira,
farz-ı muhal olarak, kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan
ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz; mecma-ı ha-
kaik iken, menba-ı hurafat olur. Ve o harika fermanı
gösteren zat –hâşâ, sümme hâşâ– eğer resulullah ol-
mazsa, âlâyıilliyyinden esfel-i safilîne sukut etmek ve
ahval:
hâller, durumlar.
akval:
sözler, konuşmalar.
âlâyıilliyyin:
Allah katında en iyi-
lerin derecesi.
âlem-i insaniyet:
insanlık âlemi
âlî:
yüce, yüksek.
arş:
en yüksek gök tabakası, Al-
lah’ın büyüklüğünün ve yüceliği-
nin tecelli ettiği yer.
asar:
eserler
beşer:
insan.
bilmüşahede:
gözle görerek.
cemiyetli:
pek çok şeylerle alâ-
kalı olan, geniş, kapsamlı.
ciddiyet:
ciddîlik.
cihet:
yön, taraf.
daima:
her zaman, sürekli.
deha:
son derece zeki ve anlayış-
lı.
emanet:
güvenilirlik.
emniyet:
güvenlik; inanma, gü-
venme.
emniyetsiz:
kendisine güvenil-
meyen.
esfel-i safilîn:
aşağıların en aşağı-
sı.
farz etmek:
öyle kabul etmek,
varsaymak.
farz-ı muhal:
olmayacak bir şeyi
olacakmış gibi düşünme.
ferman:
emir, buyruk.
ferş:
yeryüzü.
Furkan:
hak ile batılı birbirinden
ayıran Kur’ân.
hakikat:
gerçek, doğru.
harekât:
hareketler.
haslet:
üstün özellik.
hâşâ:
kesinlikle öyle değil, asla.
hayatfeşan:
hayat saçan.
hezeyan-ı fikrî:
fikrî saçmalık,
saçma fikir.
ihlâs:
ibadetlerde ve davranışlar-
da yalnızca Allah rızasını gözet-
me.
iman:
inanç, itikat.
imkân:
olabilirlik.
istikamet:
doğruluk, doğru yol
üzerinde olma.
itikatsız:
inançsız.
kelâm:
söz, ifade.
kelâmullah:
Allah’ın kelâmı,
Kur’ân-ı Kerîm.
lâzım:
gerekli.
manen:
manevî olarak, mana
bakımından.
mecma-ı hakaik:
hakikatle-
rin toplandığı yer.
menba-ı hurafat:
batıl ina-
nışların, manasız sözlerin
kaynağı.
mesele:
önemli konu.
meziyet:
üstün özellik.
muavenet:
yardım.
mu’cizbeyan:
açıklama ve
anlatış tarzı mu’cize olan.
muhal:
imkânsız.
muzaaf:
kat kat, katmerli.
netaiç:
neticeler, sonuçlar.
Resulullah:
Allah’ın Resulü,
elçisi.
saadetresan:
mutluluğa ulaş-
tıran.
salisen:
üçüncü olarak.
samimiyet:
içtenlik.
sıddıkîn:
sözünde, işinde
doğru olanlar.
sukut etmek:
düşmek, alçal-
mak.
sümme:
tekrar ve tekrar,
sonra.
şeytanet:
şeytanlık.
tasannu:
yapmacık hareket.
tasniat:
uydurmalar.
telâkki etme:
kabul etme.
temaşa etmek:
hayretle ve
dikkatle bakma, seyretme.
tesirat:
tesirler, etkiler.
ulvî:
yüksek, yüce.
vaki:
olmuş.
yaldızlı:
parlak.
yıldız böceği:
ateş böceği.
zat:
kişi, şahıs.
zira:
çünkü.
Y
irmi
a
lTıncı
m
ekTup
| 526 | Mektubat