manevî bir tevatür hükmünde, mutlak bir mu’cize-i Ah-
mediye Aleyhissalâtü Vesselâmı gösterir. Çünkü bir hâ-
dise ayrı ayrı ve çok suretlerle nakledilse, asıl hâdisenin
vukuu kat’î olur. suretlerin her biri zayıf dahi olsa, yine
asıl hâdiseyi ispat ediyor.
Meselâ, bir gürültü işitildi. Bazılar dediler ki, “Filân ev
harap oldu.” diğeri, “Başka ev harap oldu” dedi. daha
başkası, başka bir evi söyledi, ve hakeza… Her bir riva-
yet, haber-i vahit de, zayıf da, hilâf-ı vaki de olabilir. Fa-
kat asıl vakıa ki, bir ev harap olmuş; o kat’îdir, onda bü-
tün müttefiktirler. Hâlbuki, bahsettiğimiz şu altı cüz’iyat,
hem sahihtirler, hem bazıları şöhret derecesine çıkmışlar.
Faraza bunların her birini zayıf addetsek, temsilde mut-
lak bir hane harap olması gibi, yine cüz’iyatın mecmuun-
da, mutlak bir mu’cize-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesse-
lâmın vücudunu kat’iyen gösterir.
İşte, resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mu’ci-
zat-ı bâhiresi, her bir nevide kat’î olarak mevcuttur.
Cüz’iyatı dahi, o küllî ve mutlak mu’cizenin suretleri ve-
yahut numuneleridir. resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesse-
lâmın nasıl ki eli, parmakları, tükürüğü, nefesi, sözü, ya-
ni duası, çok mu’cizatın mebdei oluyor; aynen öyle de,
resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sair letaifi ve
duyguları ve cihazatı, çok harikalara medardır. kütüb-i
siyer ve tarih, o harikaları beyan etmişler, sîret ve suret
ve duygularında çok delâil-i nübüvvet bulunduğunu gös-
termişler.
Mektubat | 259 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
ve bu naklin topluluğun diğer fert-
leri tarafından yalanlanmamış ol-
ması, söyleyenin doğruluğunun,
diğerlerinin susması şeklinde tas-
dik edilmiş olması.
mebde:
kaynak, başlangıç.
mecmuu:
bütünü, hepsi, toplamı.
medar:
dayanak, sebep, vesile.
meselâ:
örnek olarak.
mevcut:
var.
mu’cizat:
mu’cizeler; Allah tara-
fından verilip, yalnız peygamber-
lerin gösterebilecekleri büyük ha-
rika işler.
mu’cizat-ı bâhire:
apaçık mu’ci-
zeler.
mu’cize-i ahmediye:
Peygambe-
rimiz Hz. Muhammed’in mu’cize-
si.
mu’cize:
peygamberler tarafından
ortaya konmuş, olağanüstü hâl ve
hareketlerden her biri.
mu’cize-i ahmediye:
Hz. Muham-
med’in mu’cizesi.
mutlak:
kayıtsız, şartsız; kesin.
müttefik:
ittifak etmiş, birleşmiş;
fikirce beraber olan.
nakletmek:
aktarmak, anlatmak.
nev:
tür, çeşit.
numune:
örnek, misal.
Resul-i ekrem:
çok cömert, ke-
rim ve Allah’ın insanlara bir elçisi
olan Hz. Muhammed.
rivayet:
bir haber, söz veya olayı
nakletme, aktarma.
sahih:
gerçek, doğru, yalan olma-
yan.
sair:
diğer, öteki.
sîret:
ahlâk, karakter.
suret:
şekil, biçim, tarz; görünüş.
temsil:
benzetme, örnek; özellik-
le öğüt alınsın diye mesel anlat-
ma.
vakıa:
olay.
vukuu:
oluşu, meydana gelmesi.
addetmek:
saymak, kabul et-
mek.
aleyhissalâtü vesselâm:
sa-
lât ve selâm onun üzerine ol-
sun.
bahsetmek:
sözünü etmek.
beyan etmek:
anlatmak, açık-
lamak, bildirmek.
cihazat:
cihazlar, azalar, or-
ganlar.
cüz’iyat:
parçalar, kısımlar.
delâil-i nübüvvet:
Peygam-
ber Efendimizin (
ASM
) peygam-
berlik delilleri.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
faraza:
farz edelim ki, söz ge-
lişi.
filân:
belli olmayan veya söy-
lenmesi gerekli olmayan özel
ismin yerini tutar.
haber-i vahit:
bir tek kişinin
haber vermesi.
hâdise:
olay.
hakeza:
bunun gibi, benzeri.
hane:
ev.
harap olma:
yıkılma, bozul-
ma.
hilâf-ı vaki:
gerçeğe zıt, vuku
bulana aykırı.
hükmünde:
yerinde, değerin-
de.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kat’iyen:
kesin olarak, kesin-
likle.
küllî:
umumî, bütün, hepsi.
kütüb-i siyer:
Peygamberimi-
zin hayat tarihi; onun hayatı-
nın bütün safhalarını anlatan
ve vasıflarını nakleden eser-
ler.
letaif:
lâtifeler, manevî duy-
gular.
manevî tevatür:
bir toplulu-
ğa ait olayın o topluluğa ait
birisi tarafından nakledilmesi