ferman etti:
(1)
p
QÉn
°ür
fn
’r
G p
±Gn
ôr
°Tn
G r
øp
e n
Ú/
ã'
?`n
K o
´r
Oo
G
otuz adam gel-
diler, yediler. sonra ferman etti:
(2)
n
Ú
pq
à°p
S o
´r
Oo
G
.
Altmış adam daha davet ettim; geldiler, yediler. sonra
ferman etti:
(3)
n
Ú
p
© r
Ñ°n
S o
´r
Oo
G .
Yetmiş daha davet ettim; geldiler, yediler. kaplarda ye-
mek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında İslâ-
miyet’e girip, biat ettiler. o iki kişilik taamdan yüz sek-
sen adam yediler.
(4)
ÜçüncüMisal:
Hazret-i ömer İbnü’l-Hattab ve ebu
Hüreyre ve seleme İbnü’l-ekvâ ve ebu Amratü’l-ensarî
gibi, müteaddit tariklerle diyorlar ki:
Bir gazvede ordu aç kaldı. resul-i ekrem Aleyhissalâ-
tü Vesselâma müracaat ettiler. Ferman etti ki: “Heybele-
rinizde kalan bakıye-i erzakı toplayınız.” Herkes azar bi-
rer parça hurma getirdi. en çok getiren, dört avuç geti-
rebildi. Bir kilime koydular.
seleme der ki: “Mecmuunu ben tahmin ettim, oturmuş
bir keçi kadar ancak vardı.” sonra resul-i ekrem Aley-
hissalâtü Vesselâm bereketle dua edip, ferman etti: “Her-
kes kabını getirsin.” koşuştular, geldiler. o ordu içinde
hiçbir kap kalmadı, hepsini doldurdular. Hem, fazla kal-
dı.
Mektubat | 195 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
Resul-i ekrem:
çok cömert, ke-
rim ve Allah’ın insanlara bir elçisi
olan Hz. Muhammed.
taam:
yemek, yiyecek.
tarik:
yol; hadisin geliş kanalı.
aleyhissalâtü vesselâm:
sa-
lât ve selâm onun üzerine ol-
sun.
bakıye-i erzak:
rızıklardan, yi-
yeceklerden artakalan.
biat:
bağlılık yemini, bağlan-
ma.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
ensar:
Hz Peygambere yakın-
lık gösteren, onu koruyup yar-
dım eden Medineli Müslüman-
lar.
ferman:
emir, buyruk.
gazve:
savaş, harp, çarpışma.
heybe:
içine eşya konulan iki
taraflı küçük torba, çift torba.
mecmu:
bütün, tüm, hepsi.
misal:
örnek, numune.
mu’cize:
Peygamberler tara-
fından ortaya konmuş olağa-
nüstü hâl ve hareketlerden
her biri.
müracaat etmek:
başvurmak.
müteaddit:
birçok, çeşitli.
1.
“Ensarın ileri gelenlerinden otuz kişi çağır.”
2.
“Altmış kişi çağır.”
3.
“Yetmiş kişi çağır.”
4.
Kadı İyaz, Şifa, 1:294; Heysemî, Mecmaü’z-Zevaid, 8:303; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 6:94.