Mektubat - page 189

kabul etmiş– ve sair
Sahih-iTirmizî
,
Neseî
ve
EbuDavud
ve
Müstedrek-iHâkim
ve
Müsned-iAhmedibniHanbel
ve
Delâil-iBeyhakî
gibi kitaplarda an’anesiyle beyan edil-
miştir.
Şimdi, ey mülhid-i bîhuş! “Muhammed-i Arabî akıllı bir
adam idi” deyip geçme. Çünkü şu umur-i gaybiyeye dair
ihbarat-ı sadıka-i Ahmediye (
AsM
) iki şıktan hâlî değil: Ya
diyeceksin ki, “o zat-ı kudsiyede öyle keskin bir nazar ve
geniş bir deha var ki, mazi ve müstakbeli ve umum dün-
yayı görür, bilir ve etraf-ı âlemi ve şark ve garbı temaşa
eder bir gözü ve geçmiş ve gelecek bütün zamanları keş-
feder bir dehası vardır.” Bu hâl ise beşerde olamaz. eğer
olsa, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş bir harika, bir mev-
hibe olur. Bu ise, tek başıyla bir mu’cize-i azamdır. Veya-
hut inanacaksın ki, “o zat-ı mübarek, öyle bir zatın me-
muru ve şakirdidir ki, her şey onun nazarında ve tasar-
rufundadır ve bütün enva-ı kâinat ve bütün zamanlar
onun taht-ı emrindedir. defter-i kebirinde her şey yazılı-
dır; istediği zaman talebesine bildirir ve gösterir.” demek,
Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, üstad-ı eze-
lîsinden ders alır, öyle ders verir.
• Hem, nakl-i sahih ile, Hazret-i Halid’i, harp için düv-
metü’l-Cendel reisi olan ükeydir’e gönderdiği vakit fer-
man etmiş ki:
(1)
n
ôn
?n
Ñr
dG o
ó«°/
ün
j o
? o
ó p
én
J n
?s
fp
G
diye, bakar-ı vahşî
avında bulacağını, kavgasız esir edileceğini ihbar etmiş.
Hazret-i Halid gitmiş, aynen öyle bulmuş, esir etmiş, ge-
tirmiş.
Mektubat | 189 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
mu’cize.
Muhammed-i arabî:
Arapların
içinden çıkan Peygamberimiz Hz.
Muhammed.
mülhid-i bîhuş:
akılsız dinsiz, ser-
sem dinsiz.
müstakbel:
gelecek zaman, gele-
cek.
nakl-i sahih:
şüphe duyulmayan,
doğru, gerçek haber bildirilmesi.
nazar:
bakış, görüş.
reis:
baş, başkan, bir topluluğun
en üst idarecisi.
sair:
diğer, başka, öteki.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şark:
doğu.
şık:
seçenek.
taht-ı emrinde:
emri altında.
talebe:
öğrenci.
tasarruf:
bir şeyin sahibi olup is-
tediği gibi kullanma; idare etme.
temaşa etmek:
bakmak, seyret-
mek.
umum:
bütün, tüm.
umur-i gaybiye:
gaybî işler, Allah
ve onun bildirdiği kişiler dışında
hiç kimsenin bilmediği işler.
Üstad-ı ezelî:
Ezelî Üstat; varlığı-
nın başlangıcı olmayan ve bütün
ilimlerin öğreticisi olan Allah.
Zat:
sonsuz büyüklük ve yücelik
sahibi olan Zat, Allah.
zat-ı kudsî:
kudsî zat; Hz, Mu-
hammed.
zat-ı mübarek:
mübarek zat, ha-
yırlı kişi.
aleyhissalâtü vesselâm:
sa-
lât ve selâm onun üzerine ol-
sun.
an’ane:
hadis naklinin rivayet
zincirlemesi.
bakar-ı vahşî:
vahşî öküz, ya-
ban öküzü.
beşer:
insan.
beyan etmek:
anlatmak, açık-
lamak, bildirmek.
dair:
ait, ilgili, alâkalı.
defter-i kebir:
büyük defter.
deha:
olağanüstü zekâ.
enva-ı kâinat:
var olan şeyle-
rin türleri, varlıkların çeşitleri.
esir:
savaşta düşman eline dü-
şen kimse, tutsak.
etraf-ı âlem:
âlemin her tara-
fı.
ferman:
emir, buyruk.
garb:
batı.
Hâlık-ı Âlem:
âlemin yaratıcı-
sı, bütün âlemi yaratan, Allah.
hâlî:
uzak, müstesna.
harp:
savaş.
ihbar etmek:
haber vermek,
bildirmek.
ihbarat-ı sadıka-i ahmediye:
Peygamber Efendimizin doğ-
ru haberleri.
keşfetmek:
açma, meydana
çıkarma.
mazi:
geçmiş zaman, geçmiş.
mevhibe:
ihsan, hediye, ba-
ğış.
mu’cize-i azam:
en büyük
1.
Sen onu yabanî sığır avlarken bulacaksın. (Kadı İyaz, Şifa, 1:344; Hâkim, Müstedrek, 4:519.)
1...,179,180,181,182,183,184,185,186,187,188 190,191,192,193,194,195,196,197,198,199,...1086
Powered by FlippingBook