kılmış.
(1)
Bir hafta sonra cevap geldi ki, aynı günde vefat
etmiş.
• Hem, nakl-i sahih-i kat’î ile, Cihar-ı Yâr-ı güzin ile
beraber Uhud veya Hira dağının başında iken dağ titre-
di, zelzelelendi. dağa ferman etti ki:
(2)
l
ó«/
¡n
°Tn
h l
?j
u
óp
°Un
h w
»p
Ñn
f n
?r
«`n
?n
Y Én
ªs
fp
Én
a r
âo
Ñr
`Ko
G
deyip, Hazret-i ömer ve osman ve Ali’nin şehit olacak-
larını haber vermiş. Haber verdiği gibi çıkmış.
Şimdi, ey bedbaht, kalpsiz, bîçare adam, “Muham-
med-i Arabî akıllı bir adam idi” diye o şems-i hakikate
karşı gözünü yuman bîçare insan! on beş enva-ı külliye-i
mu’cizatından bir tek nev’i olan umur-i gaybiyeden, on
beş ve belki yüz kısmından bir kısmını işittin. Manevî te-
vatür derecesinde kat’î bir kısmını duydun. Şu ihbar-ı
gayp kısmının yüzden birisini akıl gözüyle gören bir zata
“dâhî-i azam” denilir ki, ferasetiyle istikbali keşfediyor.
Binaenaleyh, senin gibi haydi deha desek, yüz dâhî-i
azam derecesinde bir deha-i kudsiyeyi taşıyan bir adam,
yanlış görür mü, yanlış haber vermeye tenezzül eder mi?
Böyle yüz derece bir deha-i azam sahibinin saadet-i dâ-
reyne dair sözlerini dinlememek, elbette yüz derece di-
vaneliğin alâmetidir.
Altıncı Nükteli İşaret
• nakl-i sahih-i kat’î ile, Hazret-i Fatıma’ya (
rA
) fer-
man etmiş ki:
Mektubat | 179 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
verme, bildirme.
hadis:
Hz. Muhammed’e ait söz,
emir, fiil veya Hz. Peygamberin
onayladığı başkasına ait söz iş ve-
ya davranış.
ihbar-ı gayp:
gayptan gelen ha-
ber, geçmiş veya gelecek zama-
na ait haberler.
istikbal:
gelecek, gelecek zaman.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
keşif:
bir şeyin olacağını önceden
bilme; Allah tarafından ilham edil-
me, kalp gözüyle görme.
manevî tevatür:
bir topluluğa ait
olayın o topluluğa ait birisi tara-
fından nakledilmesi ve bu naklin
topluluğun diğer fertleri tarafın-
dan yalanlanmamış olması, söy-
leyenin doğruluğunun, diğerleri-
nin susması şeklinde tasdik edil-
miş olması.
nakl-i sahih-i kat’î:
kesinlikle doğ-
ru olan haberi bildirme, aktarma.
nev:
tür, çeşit.
nükte:
herkesin anlayamadığı, an-
cak dikkat edildiğinde anlaşılan
ince söz ve mana.
saadet-i dâreyn:
iki cihan saade-
ti, dünya ve ahiret mutluluğu.
Sıddık:
hakkı ve hakikati tered-
dütsüz kabullenen; İslâmın ilk ha-
lifesi Hz. Ebu Bekir’in lâkabı.
şehit:
Allah’ın ve yüce dininin adı-
nı yüceltme uğrunda canını feda
ederek savaşta vurulup ölen Müs-
lüman.
şems-i hakikat:
hakikat güneşi.
tenezzül:
alçalma, kendine aykırı
düşen bir işi veya durumu kabul
etme.
umur-i gaybiye:
gaybî işler, Allah
ve Onun bildirdiği kişiler dışında
hiç kimsenin bilmediği işler.
vefat etme:
ölme.
zat:
şahıs, kişi, fert.
zelzele:
yer sarsıntısı, deprem.
alâmet:
belirti, işaret.
bedbaht:
bahtsız, tâli’siz.
bîçare:
çaresiz, zavallı.
binaenaleyh:
bundan dolayı.
Cihar-ı Yâr-ı Güzin:
seçkin
dört dost, dört büyük halife;
Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz.
Osman, Hz. Ali.
dâhî-i azam:
en büyük dâhî,
en zeki kişi.
dair:
ait, ilgili, alâkalı.
deha:
olağanüstü zekâ sahibi
kimse.
deha-i azam:
en büyük deha.
deha-i kudsî:
kudsî deha, Al-
lah vergisi olan olağanüstü ze-
kilik.
divane:
aklı başında olmayan,
deli.
enva-ı külliye-i mu’cizat:
çe-
şitli ve çok yönlü mu’cizeler.
feraset:
anlayışlılık, çabuk se-
ziş, kavrayış.
ferman:
emir, buyruk; haber
1.
Buharî, Cenaiz: 57, Menakıbü'l-Ensar: 38; Müslim, Feraiz: 14; EbuDavud, Cihad: 133; Tirmizî,
Cenaiz: 69; Neseî, Cenaiz: 66, 67; İbniMâce, Sadakat: 9, 13; Sahih-iBuharî, 2:109, 111; Sahih-i
Müslim, 2:656; Cem’ü’l-Fevaid, 1:354.)
2.
Sakin ol! Çünkü üzerinde bir Peygamber, bir Sıddık ve bir Şehit bulunuyor. (Buharî, Feza-
ilü’s-Sahabe: 5, 6; Müslim, 4:1880; EbuDavud, 2:515; Tirmizî, hadis no: 3758.)