zühd-i kalbi olmalı ki, aldanmasın. Hâlbuki, Mısır’da Âl-i
Beyt namına teşekkül eden devlet-i Fatımiye hilâfeti ve
Afrika’da Muvahhidîn hükûmeti ve İran’da safevîler dev-
leti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz;
vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyet’i on-
lara unutturur. Hâlbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, par-
lak ve yüksek bir surette İslâmiyet’e ve kur’ân’a hizmet
etmişler.
İşte, bak: Hazret-i Hasan’ın neslinden gelen aktaplar,
hususan Aktab-ı erbaa ve bilhassa gavs-ı Azam olan
Şeyh Abdülkadir-i geylânî; ve Hazret-i Hüseyin’in nes-
linden gelen imamlar, hususan zeynelabidin ve Cafer-i
sadık ki, her biri birer manevî mehdî hükmüne geçmiş,
manevî zulmü ve zulümatı dağıtıp, envar-ı kur’âniyeyi ve
hakaik-ı imaniyeyi neşretmişler, cedd-i emcedlerinin bi-
rer vârisi olduklarını göstermişler.
Eğer deni l se
: “Mübarek İslâmiyet ve nuranî Asr-ı sa-
adetin başına gelen o dehşetli kanlı fitnenin hikmeti ve
vech-i rahmeti nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değil idi-
ler.”
El cevap
: nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtı-
na, her taife-i nebatatın, tohumların, ağaçların istidatları-
nı tahrik eder, inkişaf ettirir; her biri kendine mahsus çi-
çek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. öyle de, sahabe
ve tabiînin başına gelen fitne dahi çekirdekler hükmün-
deki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İs-
lâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi
korkuttu, İslâmiyet’in hıfzına koşturdu. Her biri kendi
Mektubat | 173 |
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
çıkma.
istidat:
kabiliyet, yetenek.
kahır:
büyük eziyet, zulüm.
mahsus:
has, özgü.
mehdî:
hidayete eren, doğru yolu
tutan; hidayete vesile olan, insan-
ları doğru yola ulaştıran.
muhtelif:
çeşitli, farklı.
mübarek:
bereketli, feyizli, hayır-
lı.
namına:
adına.
nesil:
soy.
neşretmek:
dağıtmak, yaymak,
herkese duyurmak.
nuranî:
nurlu, parlak.
Sahabe:
Peygamberimiz Hz. Mu-
hammed’in mübarek yüzünü gör-
mekle şereflenen ve onun soh-
betlerine katılan mü’min kimse.
saltanat:
sultanlık, hükümdarlık;
devlet, hükümet.
saltanat-ı dünyeviye:
dünya sal-
tanatı.
suret:
şekil, biçim, tarz.
tâbiîn:
Sahabeleri gören mü’min-
ler.
tahrik:
harekete geçirme, hare-
ket ettirme.
taife:
topluluk, grup.
taife-i nebatat:
bitkiler toplulu-
ğu.
teşekkül etme:
oluşma, kurulma.
vâris:
mirasçı.
vazife:
görev, iş.
vazife-i asliye:
asıl vazife.
vech-i rahmet:
rahmet yönü; acı-
ma, şefkat ve merhamet yönü.
zulüm:
haksızlık, eziyet.
zulümat:
karanlıklar.
zühd-i kalp:
kalp sağlamlığı, kal-
bin dünya alâkalarından kesilme-
si.
aktab-ı erbaa:
dört büyük ku-
tup; dört büyük velî (A. Geylâ-
nî, Ahmed-i Bedevî, Ahmed-i
Rufaî, Seyyid İbrahim Dessu-
kî.)
aktap:
kutuplar; büyük velî-
ler.
Âl-i beyt:
Hz. Muhammed’in
ailesinden olan, neslinden ge-
lenler.
asr-ı Saadet:
saadet, mutlu-
luk asrı; Peygamberimiz ve
dört halifenin yaşadığı devire
verilen ad.
cedd-i emced:
en büyük cet,
dede.
dehşetli:
büyük korku veren;
şiddetli.
envar-ı kur’âniye:
Kur’ân nur-
ları.
fıtrî:
yaratılıştan gelen.
fitne:
karışıklık, fesat.
Gavs-ı azam:
en büyük gavs;
Abdülkadir-i Geylânî.
hakaik-ı imaniye:
iman haki-
katleri.
hıfz:
koruma, muhafaza.
hıfz-ı din:
dini koruma.
hikmet:
herkesin bilmediği
gizli sebep; gizli bilinmeyen
nokta.
hilâfet:
halifelik, Peygamberi-
mizin vekili olarak din ve dün-
ya işlerinde umumî reislik.
hizmet-i İslâmiyet:
İslâmiye-
te yapılan hizmet.
hususan:
özellikle.
hükmünde:
yerinde, değerin-
de.
hükmüne:
yerine, değerine.
imam:
önder, rehber; bir ilim-
de sözü delil kabul edilebile-
cek derecede derin ve geniş
bilgi sahibi olan âlim.
inkişaf etme:
açılma, ortaya