mı?” diye emretti. Ben dedim: “Heybede bir parça hur-
ma var.” (Bir rivayette, on beş tane imiş.) dedi: “getir.”
getirdim. Mübarek elini soktu, bir kabza çıkardı, bir kaba
bıraktı, bereketle dua buyurdular. sonra onar onar aske-
ri çağırdı; umumen yediler. sonra ferman etti:
(1)
o
¬s
Ñ o
µ
n
J n
’n
h p
¬r
«n
?n
Y ¢r
†p
Ñr
bGn
h p
¬p
H n
âr
Äp
L Én
e r
òo
N
Ben aldım, elimi o
heybeye soktum. evvel getirdiğim kadar elime geçti. son-
ra resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hayatında, ebu
Bekir ve ömer ve osman hayatında o hurmalardan ye-
dim.” Başka bir tarikte rivayet edilmiş ki: “o hurmalar-
dan kaç yük, fîsebilillah sarf ettim. sonra Hazret-i os-
man’ın katlinde o hurma, kabıyla nehb ve garat edildi,
gitti.”
(2)
İşte, hâce-i kâinat olan Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Ves-
selâmın kudsî medresesi ve tekkesi olan suffenin demir-
baş bir mühim talebesi ve müridi ve kuvve-i hafızanın zi-
yadesi için dua-i nebeviyeye mazhar olan Hazret-i ebu
Hüreyre, gazve-i tebük gibi bir mecma-ı nâsta vukuunu
haber verdiği şu mu’cize-i bereket, manen bir ordu sözü
kadar kat’î ve kuvvetli olmak gerektir.
OnAltıncıMisal:
Başta
Buharî
, kütüb-i sahiha
nakl-i kat’î ile beyan ediyorlar ki:
Hazret-i ebu Hüreyre aç olmuş. resul-i ekrem Aley-
hissalâtü Vesselâmın arkasından gidip menzil-i saadete
gitmişler. Bakarlar ki, bir kadeh süt oraya hediye getiril-
miş. resul-i ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm emretti ki:
“ehl-i suffeyi çağır.” Ben kalbimden dedim ki: “Bu sütün
aleyhissalâtü vesselâm:
salât ve
selâm onun üzerine olsun.
bereket:
bolluk, hayır.
beyan etmek:
anlatmak, açıkla-
mak, bildirmek.
dua:
Allah’a yalvarma, niyaz.
dua-i Nebevî:
Peygamberin du-
ası.
ehl-i Suffe:
Suffe Ehli, hayatları
boyunca Peygamberimizin yanın-
da bulunan Peygamberimizin mes-
cidine bitişik bir yerde oturan ve
orada yaşayan, Peygamberimiz-
den ders alan Sahabeler.
Fahr-i Âlem:
âlemin övüncü, âle-
min kendisiyle övündüğü Peygam-
ber Efendimiz.
ferman:
emir, buyruk.
fîsebilillah:
Allah yolunda, sırf Al-
lah için.
garat:
yağmalar, çapullar.
Gazve-i tebük:
Tebük Savaşı.
heybe:
içine eşya konulan iki ta-
raflı küçük torba, çifte torba.
hâce-i kâinat:
kâinatın hocası, öğ-
retmeni, Hz. Muhammed.
kabza:
tutam, bir avucun alabile-
ceği miktar.
kadeh:
bardak.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
katl:
öldürülmek.
kudsî:
mukaddes, aziz; Allah ile il-
gili.
kuvve-i hafıza:
hafıza kuvveti, ez-
berleme gücü.
kütüb-i sahiha:
doğru ve güveni-
lir hadis kitapları.
manen:
manevî olarak, manaca.
mazhar olma:
nail olma, şeref-
lenme, kavuşma.
mecma-ı nâs:
insanların toplan-
dığı yer.
medrese:
ders okutulan yer, okul.
menzil-i saadet:
Peygamberimi-
zin mübarek evi.
misal:
örnek, numune.
mu’cize-i bereket:
bereketle ilgili
mu’cize.
muhafaza etmek:
korumak, sak-
lamak
mübarek:
bereketli, hayırlı, uğur-
lu.
mühim:
önemli.
mürit:
öğrenci, talebe; Hakkın
ve mürşidinin iradesine tâbi
olan mü’min kimse.
nakl-i kat’î:
içinde yanlış ihti-
mali olmayan nakil, rivayet.
nehb:
yağma, talan, çapul.
Resul-i ekrem:
çok cömert,
kerim ve Allah’ın insanlara bir
elçisi olan Hz. Muhammed.
rivayet:
bir haber, söz veya
olayı nakletme, aktarma.
sarf etmek:
harcamak, kul-
lanmak.
suffe:
Hicretten sonra Medine
mescidinin hemen yanında in-
şa edilen, içinde bir kısım Sa-
habîlerin Kur’ân, hadis, hukuk
gibi ilimleri tahsil ettiği ve ba-
rındığı yer.
talebe:
öğrenci; öğrenciler, tah-
sil görenler.
tarik:
yol; hadisin geliş kanalı.
tekke:
Allah’ı zikredenlerin zi-
kir ve ders için toplandıkları
yer, tekke.
umumen:
umumî olarak, bü-
tünüyle.
vuku:
meydana gelme, oluş,
olma.
ziyade:
artma, çoğalma.
o
n
d
okuzuncu
m
ekTup
| 202 | Mektubat
1.
Getirdiğini al, muhafaza et; fakat ölçme.
2.
Kadı İyaz, Şifa, 1:295, 296; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 6:110.