harikayı göstermek lâzım geliyordu. İşte o akılları hayret-
te bırakan mertebeye lâyık olduğunu gösterir bir keramet
izhar etti ki, sekiz yüz sene bir mesafede Cenab-ı Hakkın
izniyle, ilâmıyla zamanımızı tafsilâtıyla görür tarzında, bi-
zim gibi âciz, zayıf talebelerine ders verip teşvik eder. İş-
te Hazret-i gavs’ın davasına bu ihbar-ı gaybîsi en bâhir
bürhan olduğu gibi, risale-i nur’un eczalarının hakkani-
yet ve ulviyetine bir hüccet-i kàtıa hükmündedir. evet,
Hazret-i Şeyh, bu kasidesiyle sözlerin hakkaniyetini im-
za ediyor.
İKİNCİ NOKta:
ehl-i tarikat ve hakikatçe müttefeku-
naleyh bir esas var ki, tarik-ı hakta sülûk eden bir insan,
nefs-i emmaresinin enaniyetini ve serkeşliğini kırmak için,
lâzım gelir ki, nazarını nefsinden kaldırıp şeyhine hasr-ı
nazar ede ede tâ fenâfişşeyh hükmüne gelir. “Ben” dedi-
ği vakit, şeyhinin hissiyatıyla konuşur. Ve hakeza, tâ fe-
nâfirresul, fenâfillaha kadar gider.
Meselâ, nasıl ki, gayet fedakâr ve sadık bir hizmetkâr,
bir yaver, efendisinin hissiyatıyla güya kendisi kendisinin
efendisidir ve padişahıdır gibi konuşur. “Ben böyle istiyo-
rum” der, yani “Benim seyyidim, üstadım, sultanım böy-
le istiyor.” Çünkü kendini unutmuş, yalnız onu düşünü-
yor. “Böyle emrediyor,” der.
öyle de, gavs-ı geylânî, o harika kasidesinin tazam-
mun ettiği ezvak-ı fevkalâde Hazret-i Şeyhin sırr-ı azîm-i
ehl-i Beytin irsiyetiyle Âl-i Beytin şahs-ı manevîsinin ma-
kamı noktasında ve zat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesse-
lâmın verasetiyle hakikat-i Muhammediyesinde (
AsM
)
âciz:
zayıf, güçsüz.
Âl-i Beyt:
Hz. Muhammed’in aile-
sinden olan, Hz. Muhammed’in ev
halkı.
bâhir:
açık, apaçık.
bürhan:
delil.
Cenab-ı Hak:
doğru, gerçek, Hak-
kın tâ kendisi olan, şeref ve aza-
met sahibi yüce Allah.
dava:
iddia, takip edilen fikir.
ecza:
cüzler, parçalar.
ehl-i hakikat:
hakikat ve gerçek-
leri bulan kimseler.
ehl-i tarikat ve hakikat:
tarikat
ve hakikat ehli kimseler.
enaniyet:
kendini beğenme, ben-
lik, gurur.
esas:
bir işin temel usul ve kuralı.
ezvak-ı fevkalâde:
olağanüstü
zevkler.
fedakâr:
kendini veya şahsî men-
faatlerini hiçe sayan, feda eden.
fenâfillâh:
Allah’ın varlığında yok
olma, kulun zat ve sıfâtının Hak-
kın zat ve sıfâtında fânî olması.
fenâfirresul:
bütün varlığını Hz.
Muhammed’in manevî şahsiyetin-
de yok etmek.
fenâfişşeyh:
bütün varlığını şey-
hinin manevî şahsiyetinde yok et-
mek.
gayet:
son derece.
hakeza:
bunun gibi, benzeri.
hakikat-i muhammediye:
Pey-
gamberimizin mahiyetinin haki-
kati.
hakkaniyet:
doğruluk.
harika:
olağanüstü.
hasr-ı nazar:
sadece bir şeye ba-
kıp ona dikkat etme.
hissiyat:
hisler, duygular.
hizmetkâr:
hizmetçi.
hüccet-i kàtıa:
kesin delil.
hükmüne:
değerine, yerine.
ihbar-ı gaybî:
gelecek zamanla il-
gili haber.
ilâm:
bildirme, haber verme.
irsiyet:
soydan gelen bedeni ya
da ruhî yapı.
izhar etmek:
açığa vurmak, gös-
termek.
kaside:
büyük kimseleri ya da
herhangi bir şeyi övmek için ka-
leme alınmış övgü şiiri.
keramet:
Allah’ın velî kullarında
görülen olağanüstü hâller.
lâyık:
yakışır, münasip.
makam:
manevî mevki, memur-
luk.
mertebe:
derece, rütbe.
meselâ:
örnek olarak.
S
ekizinci
l
em
’
a
| 86 | Lem’aLar
müttefeku’n-aleyh:
üzerinde
birleşilen mesele.
nazar:
bakış.
nefis:
kötü vasıfları, nitelikleri
kendisinde toplayan, kötülü-
ğe sevk eden hayırlı işlerden
alıkoyan güç.
nefs-i emmare:
insanı kötü-
lüğe sürükleyen nefis.
sadık:
sadakatli, dostluğu ve
bağlılığı içten olan.
serkeş:
isyan eden, başıbozuk.
seyyid:
efendi.
sırr-ı azîm-i ehl-i Beyt:
Ehl-i
Beytin büyük sırrı.
sülûk etmek:
nefsi düzeltmek
ve vuslata ermek amacıyla ta-
savvuf yoluna girme, bu yo-
lun gerektirdiği şartları yerine
getirmeye başlama; herhangi
bir tarikate girerek şeyhin ma-
nevî işaretleriyle manevî yol-
culuğa çıkma ve bu yolda me-
safe katetme.
şahs-ı manevî:
belli bir kişi ol-
mayıp bir cemaatten meyda-
na gelen manevî şahıs.
tafsilât:
tafsiller, ayrıntılar.
tarik-ı hak:
hak ve hakikat
yolu.
tarz:
şekil, biçim.
tazammun etmek:
içinde bu-
lundurma, içine alma.
teşvik etmek:
şevklendirmek,
istek ve arzu uyandırmak.
ulviyet:
ulvîlik, yücelik.
üstat:
öğretmen, öğretici, us-
ta.
veraset:
vârislik, ölen birisinin
mirasına sahip olma hakkı.
yaver:
yardımcı.
zat-ı ahmediye aleyhissalâ-
tü Vesselâm:
Peygamber
Efendimizin zatı.