toptan, böyle pek az bir zararla kurtulmak harikadır. Böy-
le pek büyük bir nimete karşı şükür ve sürur ve sevinçle
mukabele etmek gerektir. Bundan sonraki hayatımız bi-
ze ait olamaz, çünkü müfsitlerin plânına göre yüzde yüz
mahv idik. demek, bundan sonraki bu hayatı kendimize
değil, belki hak ve hakikate vakfetmeliyiz. Şekva değil,
belki daima şükrettirecek her şeyde rahmetin izini, yüzü-
nü, özünü görmeye çalışmalıyız.
Sa i d Nu r s î
XC
OnAltıncıNükte
kardeşlerimden rica ederim ki: sıkıntı veya ruh darlı-
ğından veya titizlikten veya nefis ve şeytanın desiselerine
kapılmaktan veya şuursuzluktan arkadaşlardan sudûr
eden fena ve çirkin sözleriyle birbirine küsmesinler ve
“Haysiyetime dokundu” demesinler. Ben, o fena sözleri
kendime alıyorum. damarınıza dokunmasın. Bin haysi-
yetim olsa, kardeşlerimin mabeynindeki muhabbete ve
samimiyete feda ederim.
Sa i d Nu r s î
XC
Lem’aLar | 637 |
Y
irmi
S
ekizinci
l
em
’
a
şükür:
nimet ve iyiliğin sahibini
tanıma ve ona karşı minnet
duyma.
vakıf:
bağışlama.
desise:
gizli hile, aldatmaca
hareketler.
feda:
gözden çıkarma, uğruna
verme.
fena:
kötü.
hak:
doğru, gerçek.
hakikat:
gerçek.
harika:
olağanüstü.
haysiyet:
onur, itibar.
mabeyn:
ara, arası.
mahv:
yok etme, ortadan kal-
dırma.
muhabbet:
sevgi, dostluk.
mukabele:
karşılık verme.
müfsit:
ifsat eden, bozguncu.
nefis:
kötü vasıfları kendisinde
toplayan, hayırlı işlerden alı-
koyan güç.
nimet:
lütuf, ihsan.
nükte:
ince söz ve mana.
rahmet:
merhamet etme, şef-
kat gösterme.
rica:
dileme, isteme.
samimiyet:
içten ve kalbden
olan sevgi ve bağlılık.
sudûr:
meydana çıkma.
sürur:
sevinç, mutluluk.
şekva:
şikâyet.
şeytan:
İlâhî emre uymadığı
için semadan kovulan ve o za-
mandan beri âdemoğullarını
doğru yoldan çıkartmaktan
geri durmayan lânetlenmiş
varlık.
şuur:
idrak, bilinç.