evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, eski sa-
id’in gülmeleri Yeni said’in ağlamalarına inkılâp edeceği
hengâmda, gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık saba-
hıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz, Arabî ya-
zılmıştır. Bir kısmının türkçe meali şudur ki:
Ey Rabb-i Rahîm’im ve ey Hâlık-ı Kerîm’im!
Benim sû-i ihtiyârımla ömrüm ve gençliğim zayi olup
gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde ka-
lan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalâlet ve-
rici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb
ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede,
göre göre, gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek,
ihtiyârsız bir tarzda, vefat eden ahbap ve akran ve akari-
bim gibi, kabir kapısına yanaşıyorum.
O kabir, bu dar-i fânîden firak-ı ebedî ile ebedülâbâd
yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapı-
dır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dün-
ya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki, hâliktir gider ve fânî-
dir ölür. Ve bilmüşahede, içindeki mevcudat dahi, birbiri
arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan
benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gad-
dardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar, çekti-
rir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.
Ey Rabb-i Rahîm’im ve ey Hâlık-ı Kerîm’im!
(1)
l
Öj/
ôn
b m
ä'
G t
? o
c
sırrıyla, ben şimdiden görüyorum ki, ya-
kın bir zamanda, ben kefenimi giydim, tabutuma bindim,
Lem’aLar | 317 |
o
n
Y
edinci
l
em
’
a
hacalet:
utanma, utanç.
hâlik:
helâk olan, fenâya giden,
fânî.
Hâlık-ı Kerîm:
her şeyi bol ikram
ile yaratan, cömert ve ihsanı bol
olan yaratıcı, Allah.
hengâm:
zaman, sıra.
hususan:
bilhassa, özellikle.
ihtiyarsız:
elinde olmadan.
inhiraf:
doğru yoldan sapma,
dönme.
inkılâp:
değişme, dönüşme.
kabir:
mezar.
kafile:
sıra sıra gönderilen şeylerin
her parçası.
kat’î:
kesin.
kefen:
gömülmeden önce ölünün
sarıldığı beyaz bez, kefin.
meal:
mana, mefhum.
meftun:
gönül vermiş, müptelâ,
tutkun.
mekkâr:
hilekâr, düzenbaz, hileci.
menzil:
yer, durak.
mevcudat:
var olan her şey, mah-
lûklar.
münacat:
Allah’a dua etme, yal-
varma.
nefs-i emmare:
insana kötü ve
günah olan işlerin yapılmasını em-
reden nefis.
netice:
sonuç.
niyaz:
yalvarma, yakarma, dua.
ömür:
yaşayış, hayat.
rabb-i rahîm:
şefkat ve merha-
met sahibi olan Cenab-ı Hak.
sû-i ihtiyar:
kötü seçim.
sür’at:
çabukluk.
tabut:
içine ölü konulan sandık.
tarz:
biçim, şekil.
vefat:
ölme.
vesvese:
şüphe, kalbe gelen asıl-
sız kötü ve sinsi düşünce.
zayi:
elden çıkan, ziyan.
zillet:
hakirlik, horluk, aşağılık.
ahbap:
dostlar.
akarip:
yakınlar, akrabalar.
akran:
eşler.
arabî:
Arabca.
bilmüşahede:
görerek, bizzat
şahit olarak.
dağdağa:
gürültü, ıztırap.
dalâlet:
iman ve İslâmiyetten
ayrılmak, azmak.
dâr-ı dünya:
dünya kapısı,
dünya.
dâr-ı fânî:
ölümlü, muvakkat,
yok olup giden.
ebedülâbâd:
sonsuzlukların
sonsuzluğu, ahiret, ebedî ha-
yat.
elem:
dert, üzüntü, maddî-
manevî ıztırap.
evvelki:
önceki.
fânî:
ölümlü, geçici.
firak-ı ebedî:
ebedî, sonsuz
ayrılık.
fırtına-i ruhiye:
ruhta mey-
dana gelen fırtına, çalkantı.
gaddar:
çok fazla gadreden,
zulüm, haksızlık, merhamet-
sizlik eden.
gaflet:
gafillik, dikkatsizlik,
uyanık olmayan, olup biteni
sezmeme.
gayet:
son derece.
günah:
Allah’ın emirlerine ay-
kırı davranış, dinî suç.
1.
Gelmesi muhakkak olan her şey, uzak da olsa yakındır. (Hadis-i şerif: İbniMâce, Mukaddime:
7/46; Feyzü’l-Kadîr, 2:178.)