acz ve kusurumla beraber, kur’ân’ın bazı hakikatleriyle,
nazmındaki i’cazına dair bazı işaretleri tek başıma kay-
detmeye başladım. Fakat, Birinci Harb-i Umumînin pat-
lamasıyla, erzurum’un, pasinler’in dağ ve derelerine
düştük. o kıyametlerde, o dağ ve tepelerde fırsat bulduk-
ça, kalbime gelenleri, birbirine uymayan ibarelerle, o
dehşetli ve muhtelif hâllerde yazıyordum. o zamanlarda,
o gibi yerlerde, müracaat edilecek tefsirlerin, kitapların
bulunması mümkün olmadığından, yazdıklarım yalnız sü-
nuhat-ı kalbiyemden ibaret kaldı. Şu sünuhatım, eğer
tefsirlere muvafık ise, nurun ala nur; şayet muhalif cihet-
leri varsa, benim kusurlarıma atfedilebilir.
evet, tashihe muhtaç yerleri vardır. Fakat hatt-ı harb-
de, büyük bir ihlâs ile, şehitler arasında yazılıp giydirilen
o yırtık ibarelerin tebdiline (şehitlerin kan ve elbiselerinin
tebdiline cevaz verilmediği gibi) cevaz veremedim ve kal-
bim razı olmadı. Şimdi de razı değildir; çünkü o zaman-
daki ihlâs ve hulûsu şimdi bulamıyorum.
(HaşİYe)
Maahaza, kaleme aldığım şu
İşaratü’l-İ’caz
adlı eseri-
mi, hakikî bir tefsir niyetiyle yapmadım. Ancak ulema-i
İslâm’dan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar olduğu tak-
dirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire, bir
örnek ve bir mehaz olmak üzere, o zamanların insanla-
rına bir yadigâr maksadıyla yaptım.
SaidNursî
İşaratü’l-İ’caz | 23 |
m
ukaddeme
bu dilin kelimeleridir.
kıyamet:
son derece büyük yı-
kım, katlanılması güç belâ, büyük
sıkıntı, belâ.
kusur:
eksiklik, noksan.
maahaza:
bununla birlikte, böyle
olmakla beraber.
mazhar:
nail olma, şereflenme.
mehaz:
menba, kaynak.
muhalif:
muhalefet eden, bir fiil
ve düşünceye karşı zıt düşüncede
bulunan.
muhtaç:
gerek duyan.
muhtelif:
türlü türlü, çeşitli.
muvafık:
uygun, uyar, münasip.
müracaat:
başvurma, danışma.
nazım:
sıra, tertip, düzen.
nurun alâ nur:
nur üstüne nur;
güzelden de güzel, iyiden de iyi,
aydınlıktan da aydınlık.
razı:
hoşnut olma, kabul etme.
risale-i Nur:
Nur Risalesi, Bediüz-
zaman Said Nursî’nin eserlerinin
adı.
sünuhat:
içe doğan şeyler.
sünuhat-ı kalbiye:
kalbe ait hatır-
layışlar, içe doğuşlar.
sünuhat-ı Kur’âniye:
Kur’ân’ın
akla hatırlattıkları, Kur’ân’dan il-
ham olarak kalbe doğan manalar.
şehit:
Allah’ın ve yüce dininin adı-
nı yüceltme uğrunda canını feda
ederek savaşta vurulup ölen Müs-
lüman.
takdir:
değerlendirme.
tashih:
düzeltme, yanlışını gider-
me.
tebdil:
değiştirme, başka bir hale
getirme.
tefsir:
yorum, şerh.
ulema-i İslâm:
İslâm âlimleri.
yadigâr:
bir kimseyi veya olayı
hatırlatan eşya veya kimse.
HaşİYe:
Yeni said, risale-i nur’daki hakikî ihlâsla yine o ihlâsı buldu.
Yeni said, aynı ihlâs ile baktı, tashih yerini bulamadı. demek sünuhat-ı
kur’âniye olduğundan, i’caz-ı kur’âniye, onu yanlışlardan himaye etmiş.
Nur Talebeleri
acz:
zayıflık, güçsüzlük.
Birinci Harb-i Umumî:
1914-
1918 yılları arasında cereyan
eden Birinci Dünya Savaşı.
cevaz:
caiz olma, izin, ruhsat,
yapılmasına teşvik olunma-
yan, ancak mâni de olunma-
yan iş.
cihet:
yan, yön, taraf.
dair:
alakalı, ilgili.
dehşetli:
ürkütücü, korkunç.
ehl-i tahkik:
gerçeği araştı-
ranlar, gerçeğin peşinden gi-
denler.
hakikat:
gerçek, doğru.
hakikî:
gerçek.
haşiye:
dipnot.
hatt-ı harb:
savaşta düşman-
la karşı karşıya gelinen cephe;
savaş hattı.
himaye:
koruma, muhafaza
etme.
hulûs:
hâlislik, saflık, gönül te-
mizliği.
i’caz:
mu’cizelik, insanların
benzerini yapmaktan âciz kal-
dıkları şeyi yapmak.
ibare:
bir fikri anlatan bir ve-
ya birkaç cümlecik yazı.
ibaret:
meydana gelen, olu-
şan, müteşekkil.
i’caz-ı Kur’ân:
Kur’ân’ın mu’ci-
zeliği.
ihlâs:
samimiyet, bir ameli
başka bir karşılık beklemeksi-
zin, sırf Allah rızası için yapma.
istikbal:
gelecek zaman.
kelimat-ı hâliye:
hâlle anlatı-
lan kelimeler, hâl ve hareket-
lerin ifade ettiği manalar; ev-
rendeki her bir varlık kendine
özgü diliyle ustasını, sanatkâ-
rını, yaratıcısını anlatır, bildirir,
tanıttırır, bu dile “hâl dili” de-
nir her bir olay ve durum da