ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşe-
riyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin
umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve
dalâletin, sert ve sağır olan tabiatın, kur'ân’ın elmas kılı-
cı altında parçalanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin en bo-
ğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyaset-i rûy-i zemi-
nin pek çirkin, pek gaddarâne hakikî sureti görünmesiy-
le; elbette ve elbette, hiç şüphe yok ki, Şimalde, garpta,
Amerika’da emareleri göründüğüne binaen, nev-i beşe-
rin mâşuk-i mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin
ve geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, ara-
dığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak.
Ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış sene-
de, her asırda üç yüz elli milyon şakirdi bulunan; ve her
hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile
imza basan; ve her dakikada milyonlar hafızların kalbin-
de kudsiyet ile bulunup, lisanlarıyla beşere ders veren; ve
hiçbir kitapta emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için
hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren; ve
bütün beşerin yaralarını tedavi eden kur'ân-ı Mu'cizülbe-
yan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler ayatıyla, belki
sarihan ve işareten, on binler defa dava edip haber ve-
ren; ve sarsılmaz kat'î delillerle, şüphe getirmez hadsiz
hüccetleriyle, hayat-ı bâkiyeyi kat'iyetle müjde ve saadet-i
ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün
aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet baş-
larına kopmazsa, İsveç, norveç, Finlandiya ve İngilte-
re’nin kur'ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve
Hidayet ve dalâlet Mukayeseleri
| 85 |
o
n
ü
çünCü
S
öz
yapmaktan âciz bırakan Kur’ân-ı
Kerîm.
maddî:
madde ile alâkalı.
mahiyet-i insaniye:
insanın niteli-
ği, iç yüzü.
manevî:
manaya ait.
mâşuk-i mecazî:
lâyık olmadığı
hâlde sevilen şeyler.
meşhur:
şöhretli.
müjde:
haber, beşaret.
nev-i beşer:
insan soyu; insanlar.
saadet-i ebediye:
sonu olmayan
mutluluk.
sarihan:
açıkça.
siyaset-i rûy-i zemin:
yeryüzü si-
yaseti, dünyayı idare etme.
suret:
biçim.
şakirt:
talebe, öğrenci.
şimal:
kuzey.
tabiat:
doğa, canlı cansız bütün
varlıklar.
tasdik:
doğruluğunu kabul etme,
doğrulama.
tedavi:
iyileştirme.
umum:
genel.
umumî:
genele ait.
ayat:
ayetler.
beşer:
insan.
binaen:
...den dolayı, nedeniy-
le.
dalâlet:
doğru yoldan ayrılma.
dehşetli:
korkutucu; ürkütü-
cü.
delil:
ispatlayıcı.
ehl-i hakikat:
gerçeği bulup
onun peşinden gidenler.
elmas:
çok kıymetli bir mü-
cevher.
emare:
belirti, iz.
emsal:
örnekler, benzerler.
fıtrat-ı beşer(iye):
insanın ya-
ratılışı.
gaddarâne:
zalimce, merha-
metsizce.
gaflet:
umursamazlık, Allah’ın
emir ve yasaklarından haber-
siz davranma.
garp:
batı.
hadsiz:
sınırsız.
hafız:
Kur’ân’ı ezbere bilen ve
okuyan.
hakikî:
gerçek.
hatip:
topluluğa karşı konu-
şan.
hayat-ı bâkiye:
bitmeyen
sonsuz hayat, devamlı ve kalı-
cı hayat, ebedî hayat.
hayat-ı dünyeviye:
dünya ha-
yatı.
hüccet:
delil.
hüküm:
karar, emir.
istidadat:
kabiliyetler, yete-
nekler.
kat’î:
kesin, şüphesiz.
kat’iyet:
kesinlik.
kıyamet:
dünyanın sonunun
gelmesi.
kudsiyet:
kusur ve noksanlık-
tan uzak oluş, kutsallık.
kur’ân-ı Mu’cizülbeyan:
açık-
lamalarıyla akılları benzerini