İslâmiyet der:
(1)
n
ƒ o
g s
’p
G n
? p
dÉ n
N n
’
. Hem vesait ve esbabı
müessir-i hakikî olarak kabul etmez, vasıtaya mana-i har-
fî nazarıyla bakar. Akide-i tevhid ve vazife-i teslim ve tef-
viz öyle ister. tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbap
ve vesaiti müessir bilir, mana-i ismî nazarıyla bakar. Aki-
de-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk
eder. onlar azizlerine mana-i ismî ile birer menba-ı feyiz
ve güneşin ziyasından bir fikre göre istihale etmiş lâm-
banın nuru gibi birer maden-i nur nazarıyla bakıyorlar.
Biz ise evliyaya mana-i harfî ile, yani âyine güneşin ziya-
sını neşrettiği gibi birer ma’kes-i tecelli nazarıyla bakıyo-
ruz.
(HaşİYe)
Bu sırdandır ki, bizde sülûk tevazudan başlar, mahvi-
yetten geçer, fenâfillâh makamını görür, gayr-i mütena-
hi makamatta sülûka başlar. ene ve nefs-i emmare, kib-
riyle, gururuyla söner. Hakikî Hristiyanlık değil, belki
tahrif ve felsefe ile sarsılmış Hristiyanda ene levazımatıy-
la kuvvetleşir. enesi kuvvetli, müteşahhıs, rütbeli, ma-
kam sahibi bir adam Hristiyan olsa, mütesallip olur. Fa-
kat, Müslüman olsa lâkayt olur.
(Tulûat)
jn
Âşık-ı hakikî tarikte hata, tabirde yanlış etse de yine
mâşuk-ı hakikîye gider. zira aşk cemal-i cazibedara
HaşİYe:
nakşibendî rabıtası bu sırra bina edilmiştir.
akide-i tevhid:
tevhid inancı, Al-
lah’ın bir olduğuna inanmak.
akide-i velediyet:
velediyet inan-
cı; bozulmuş Hristiyanlığın Hz.
İsa’ya (
AS
) atfettikleri hâşâ “Allah’ın
oğlu” manasında Allah’ın birliği
inancını zedeleyen bozuk inanış.
âşık-ı hakikî:
gerçek âşık; gerçek
varlık ve her şeyin gerçek sahibi
olan Allah’ı sevgisinin sahibi olan.
aşk:
şiddetli tutku, sevgi.
âyine:
ayna, mir’at.
aziz:
Hristiyanların ermiş bildikleri
kişiler.
bakar:
öküz, sığır.
belki:
şüphesiz.
bina etmek:
yapmak, meydana
getirmek.
cemal-i cazibedar:
çekici, cezbe-
dici güzellik.
ene:
benlik, enaniyet.
esbap:
nedenler, sebepler.
evliya:
erenler, velîler; Allah dost-
ları.
felsefe:
hakikatin düşünce yönüy-
le araştırılması.
fenâfillâh:
dünyayı kalben terk
edip tamamen Allah’a yönelmek,
Allah için yaşamak.
fikr-i ruhbaniyet:
dünyayla ilgiyi
kesip bir manastıra kapanma fikri;
insanlardan uzaklaşarak hiçbir işe
karışmamayı iyi kulluk olarak algı-
lama.
gayr-i mütenahi:
hudutsuz, sınır-
sız.
hakikî:
gerçek.
haşiye:
dipnot.
hata:
noksanlık, kusur.
istihale etmek:
başkalaşmak, dö-
nüşmek.
kibir:
büyüklük taslama.
lâkayt:
ilgisiz; neme lâzımcı.
levazımat:
lüzumlu maddeler.
maden-i nur:
nur kaynağı.
mahviyet:
kendini değersiz gör-
me, hiçe sayma.
makam:
mevki.
makamat:
makamlar.
ma’kes-i tecelli:
tecelli, yansıma
yeri.
mana-i harfî:
bir şeyin kendisini
değil, yapanını bildirmesi tanıtma-
sı.
mana-i ismî:
bir şeyin bizzat ken-
disine bakan ve kendisini tanıtan
manası.
mâşuk-ı hakikî:
gerçek sevilmeye
lâyık olan.
menba-ı feyiz:
ilim, irfan kaynağı.
müessir:
tesir eden.
müessir-i hakikî:
hakikî tesir sahi-
bi, gerçek tesir edici.
müteşahhıs:
şahsı fark edil-
miş olan, seçkin.
mütesallip:
katılaşmış.
nakşibendî:
Şeyh Muham-
med Bahaüddin Nakşibend ta-
rafından kurulan, gizli zikirle
Allah sevgisini kalbe nakşet-
meyi esas alan bir Ehl-i Sünnet
tarikati; Nakşibendîlik.
nazar:
bakış; düşünce, fikir.
nefs-i emmare:
insanı kötülü-
ğe sürükleyen nefis.
neşretmek:
yaymak.
nur:
ışık.
rabıta:
ilgi, alâka, bağ.
rütbe:
mertebe, paye.
sevk etmek:
yönlendirmek.
sır:
insanın aklının erişemediği
İlâhî hikmet.
sülûk:
manen yükselmek için
bir yol tutma.
tabir:
yorum, anlatım, ifade.
tahrif:
değiştirme, bozma.
tarik:
takip edilen, gidilen yol.
tevazu:
alçak gönüllülük.
vasıta:
araç, sebep.
vazife-i teslim ve tefviz:
işle-
rini Allah’a bırakma, her şeyi
Ondan bekleme, Ona teslim
olma görevi.
vesait:
vasıtalar, araçlar.
zira:
çünkü, ondan ki, şundan,
şu sebepten ki, onun için.
ziya:
ışık.
H
ikem
-
i
B
ediiYe
| 628 |
Eski said dönEmi EsErlEri
1.
Allah’tan başka hiçbir yaratıcı yoktur.