terakkiyatı din ile kàimdir.
(HaşİYe)
Başka vilâyetlerde sırf
fünun-i cedide okutturursanız da, Şarkta herhâlde millet,
vatan maslahatı namına, ulûm-i diniye esas olmalıdır.
Yoksa türk olmayan Müslümanlar, türke hakiki kardeş-
liği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar düşmanlara karşı
teâvün ve tesânüde mecburuz.”
Şimdi ben zehir hastalığıyla ziyade rahatsız vaziyette
ve çok ihtiyarlık sebebiyle elli beş senelik bir gaye-i ha-
yatımı görüp takip etmekten mahrum kaldığım gibi, An-
kara’ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu mües-
seseye çalışanları ruhucanımla tebrik etmekten dahi
mahrum kalıyorum.
Yalnız, otuz beş sene evvel ebuzziya Matbaasında
tab edilen
Münazarat
ve
Saykalü’l-İslâmiye
namındaki
Emirdağ Lâhikası – ıı | 777 |
Millet Meclisi.
muhalif:
aykırı, zıt.
müessese:
kuruluş, kurum.
münazarat:
Said Nursî’nin 1911 yı-
lında neşrettiği, Doğunun ve İslâm
âleminin problemlerini çareleriyle
birlikte ele aldığı, hak, hukuk, ada-
let, hürriyet, meşrutiyet gibi kav-
ramları yorumladığı bir eseri.
nam:
ad.
rafızî:
hak yoldan sapmış, itikadı
bozulmuş Şianın bir koluna men-
sup olan.
ruhucan:
ruh ve can; ruh ve canla.
salih:
iyi, faydalı, hayırlı.
şark:
doğu.
tab:
basma.
talihsiz:
bahtsız, şanssız.
teavün:
yardım etme.
tedrisat:
dersler verme; din eği-
timi.
terakkiyat:
ilerlemeler, gelişme-
ler.
tesanüt:
dayanışma, birbirine da-
yanma ve destek olma.
ulûm-i diniye:
dinî ilimler.
vaziyet:
durum.
vilâyet:
il.
ziyade:
çok, fazla.
HaşİYe:
Hatta o zamandan evvel türk olmayan bir talebem vardı. eski
medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem ulûm-i diniyeden aldığı
hamiyet dersiyle her vakit derdi: “salih bir türk elbette fasık kardeşim-
den, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabâdır.” sonra aynı tale-
be talihsizliğinden sırf maddî fünun-i cedide okumuş. sonra ben dört se-
ne sonra onunla görüştüm. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. o dedi ki:
“Ben şimdi rafızî bir kürd’ü, salih bir türk hocasına tercih ederim.”
Ben de “eyvah!” dedim. “sen ne kadar bozulmuşsun.” Bir hafta çalış-
tım. onu kurtardım. eski hakikatli hamiyetine çevirdim. sonra Meclis-i
Mebusandaki bana muhalefet eden mebuslara dedim: “o talebenin ev-
velki hâli türk milletine ne kadar lüzûmu var ve ikinci hâlinin ne kadar
vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. demek
farzımuhal olarak siz başka yerde dünyayı dine tercih edip siyasetçe dine
ehemmiyet vermeseniz de herhâlde şark vilâyetlerinde din tedrisatına
azamî ehemmiyet vermek lâzım. o vakit bana muhalif mebuslar da çı-
kıp o lâyihamı 163 mebus imza ettiler. Bu kadar imzayı taşıyan bir isti-
dâyı elbette yirmi yedi sene istibdad-ı mutlak onu bozamamış.
azamî:
çok fazla, çok büyük.
evvel:
önce.
farzımuhal:
olmayacak, ger-
çekleşmeyecek bir şeyi ola-
cakmış, gerçekleşecekmiş gibi
düşünme, sayma.
fünun-i cedide:
yeni fenler,
ilimler.
gaye-i hayat:
hayatın gayesi,
hayatın amacı.
hakikatli:
doğru, gerçek.
hakikî:
gerçek.
hamiyetli:
milletini seven ve
ona hizmet gayreti taşıyan.
haşiye:
dipnot.
havale etmek:
bırakmak;
göndermek.
istibdad-ı mutlak: tam bir
baskı ve keyfî yönetim.
istida:
dilekçe, arzuhâl.
layiha:
herhangi bir konuda
bir görüş ve düşünceyi bildiren
yazı; tasarı.
mahrum:
yoksun.
maslahat:
fayda, maksat.
mebus:
milletvekili.
meclis-i mebusan:
Osmanlı