Ve yine bir kısım ehl-i hakikatın daimî huzuru bulmak
için
(1)
n
ƒo
g s
’p
G n
Oƒo
¡r
°ûn
e n
’
dedikleri gibi, o nurcu böyle deme-
ye muhtaç olmuyor.
Belki
(2)
l
óp
MGn
h o
¬s
fn
G »'
?n
Y t
?o
ón
J l
án
jn
G o
¬n
d mr
Ån
°T u
?o
c »/
an
h
parlak haki-
katının kudsî penceresi ona kâfi geliyor. Bu kudsî Arabî
fıkranın kısacık bir izahı şudur ki:
evet, herkesin bu âlemde birer âlemi var, birer kâina-
tı var. Âdetâ zîşuurlar adedince birbiri içinde hadsiz kâi-
natlar, âlemler var. Herkesin hususî âleminin ve kâinatı-
nın ve dünyasının direği kendi hayatıdır. nasıl herkesin
elinde bir aynası bulunsa ve bir büyük saraya mukabil
tutsa, herkes bir nevi saraya, aynası içinde sahip olur.
öyle de, herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i
hakikat bu hususî dünyasını
n
ƒo
g s
’p
G n
Oƒo
Lr
ƒn
e n
’
diye inkâr et-
mekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-i
daimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i haki-
kat da, yine daimî mârifet ve huzuru bulmak için
n
ƒo
g s
’p
G n
Oƒo
¡r
°ûn
e n
’
deyip kendi hususî dünyasını nisyan hap-
sine sokar, fânîlik perdesini üstüne çeker, huzuru bul-
makla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir.
Şimdi, bu zamanda, kur’ân’ın i’caz-ı manevîsiyle
tezahür eden
l
óp
MGn
h o
¬s
``fn
G »'
`?n
Y t
?o
ón
J l
án
jn
G o
¬n
d r
m
Ån
°T u
?o
c
»/
an
h
sır-
rıyla, yani, zerrelerden yıldızlara kadar herfleyde bir
âdeta:
sanki.
âlem:
dünya, cihan.
arabî:
Arapça.
daimî:
sürekli, devamlı.
ehl-i hakikat:
hakikati arzulayan-
lar, gerçeği bulup onun peşinden
gidenler; Allah adamı.
fânî:
ölümlü, geçici.
fıkra:
parça.
hadsiz:
sınırsız, sonsuz.
hakikat:
gerçek, doğru.
hususî:
özel.
huzur-i daimî:
Allah’ın her an ya-
nında olduğunu ve her şeyi bildi-
ğini hissetme ve yaşama hali, gö-
nül ferahlığı.
hükmüne:
yerine, değerine.
i’caz-ı manevî:
manen mucize
oluş.
inkâr:
Allah’ın varlığına, birliğine
inanmama, kabul ve tasdik et-
meme.
izah:
açıklama, ayrıntıları ile an-
latma.
kâfi:
yeterli.
kâinat:
evren; yaratılmış olan şey-
lerin tamamı, bütün âlemler.
kudsî:
mukaddes, yüce.
lâ mevcude illâ hû:
Allah’tan
başka hiç bir şey yoktur.
marifet:
bilme, derin bilgi.
marifet-i ilâhîye:
Allah’a mah-
sus ilim, İlâhî sanat; hiç kim-
senin yapamadığı, sadece Al-
lah’ın kudretinde olan bilgi.
muhtaç:
gerek duyan.
mukabil:
karşı.
nevi:
çeşit.
nisyan:
unutma, unutuş.
Nurcu:
Bediüzzaman Said Nur-
sî’nin eserlerine ve fikirlerine
taraftar olan, Risale-i Nur’ları
okuyup neşreden kimse.
sır:
gizli hakikat.
terk-i masiva:
mevcudatı, ya-
ratılanları terk etme, görmez-
den gelme ve onları yok farz
etme.
tezahür:
görünme, belirme,
ortaya çıkma.
zerre:
en küçük parça, mole-
kül, atom.
zîşuur:
şuurlu, şuur sahibi.
1.
Ondan başka müşâhede olunan hiçbir şey yoktur.
2.
Herşeyde Onun birliğine delil olan bir alâmet vardır. (İbnü’l-Mu’tez isimli Armap şâirine âit
bir mısra.)
| 602 | Emirdağ Lâhikası – ıı