nazarımızda hiç ehemmiyeti yok ve çok vukuatlarla on-
larca da tahakkuk etmiş. Hatta bu on sene zarfında yüz
defadan ziyade resmen “neyle yaşıyor?” diye mahallî
hükûmetlerden sormuşlar.
sonra en zayıf bir damar-ı insanî olan “şan ü şeref ve
rütbe” noktasında bana çok elîm bir tarzda o zayıf dama-
rımı tutmak için emredilmiş. İhanetler, tahkirlerle, dama-
ra dokunduracak işkencelerle dahi hiçbir şeye muvaffak
olamadılar. Ve kat’iyen anladılar ki, onların perestiş etti-
ği dünya şan ü şerefini bir riyakârlık ve zararlı bir hod-
füruşluk biliyoruz, onların fevkalâde ehemmiyet verdikle-
ri hubb-i cah ve şan ü şeref-i dünyeviyeye beş para
ehemmiyet vermiyoruz, belki onları bu cihette divane bi-
liyoruz.
sonra bizim hizmetimiz itibarıyla bizde zayıf damar sa-
yılan, fakat hakikat noktasında herkesin makbulü ve her
şahıs onu kazanmaya müştak olan “manevî makam sa-
hibi olmak ve velâyet mertebelerinde terakki etmek” ve
o nimet-i İlâhiyeyi kendinde bilmektir ki, insanlara men-
faatten başka hiçbir zararı yok. Fakat böyle benlik ve
enaniyet ve menfaatperestlik ve nefsini kurtarmak hissi
galebe çaldığı bir zamanda, elbette sırrı ihlâsa ve hiçbir
şeye alet olmamaya bina edilen hizmet-i imaniye ile şah-
sî makam-ı maneviyeyi aramamak iktiza ediyor. Harekâ-
tında onları istememek ve düşünmemek lâzımdır ki, ha-
kikî ihlâsın sırrı bozulmasın. İşte bunun içindir ki,
herkesin aradığı keşif ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi
nur hizmetinin haricinde aramadığımı zayıf damarlarımı
Emirdağ Lâhikası – ı | 419 |
makam:
manevî mevki.
makam-ı maneviye:
manevî ma-
kam.
makbul:
kabul edilmiş olan, alı-
nan, reddedilmeyen.
manevî:
manaya ait, maddî olma-
yan.
menfaat:
fayda.
menfaatperest:
menfaatini seven,
kendi çıkarını ve faydasını düşü-
nen, çıkarcı.
muvaffak:
başarmış, başarılı.
müştak:
arzulu, fazla istekli, işti-
yak gösteren.
nazar:
bakış; düşünce, fikir.
nefis:
hayat, ruh, can.
nimet-i ilâhîye:
Allah’ın nimeti,
lütfu, ihsanı.
Nur:
Risale-i Nur.
perestiş:
tapma, aşırı derecede
sevme, meftunluk.
resmen:
resmî olarak, resmî bir
şekilde.
riyakâr:
riya eden, iki yüzlü, sah-
tekâr.
rütbe:
sıra, derece, mertebe, paye.
sır:
gizli hakikat.
sırr-ı ihlâs:
samimiyetin, doğrulu-
ğun sırrı.
şahsî:
şahsa, kişiye ait, hususî.
şan:
şöhret, ün.
şeref:
onur, haysiyet.
şeref:
övünülecek, iftihar edilecek
şey.
şeref-i dünyeviye:
dünyaya ait,
dünya ile ilgili şeref.
tahakkuk:
gerçekleşme, mey-
dana gelme, olma.
tahkir:
hakaret etme, küçük
görme, şeref ve haysiyetini in-
citme.
tarz:
biçim, şekil.
terakki:
yükselme, ilerleme.
velâyet:
velîlik, ermişlik, Allah
dostluğu.
vukuat:
vuku bulan şeyler, hadi-
seler, olaylar.
zarfında:
süresince.
ziyade:
çok, fazla.
bina:
kurma, dayandırma.
cihet:
yön, görüş açısı.
damar-ı insanî:
insan damarı.
divane:
deli, aklı başında ol-
mayan.
ehemmiyet:
önem, değer,
kıymet.
elîm:
şiddetli, çok dert ve ke-
der veren.
enaniyet:
kendini beğenme,
bencillik, egoistlik.
fevkalâde:
olağanüstü.
galebe:
galip gelme, üstünlük.
hakikat:
asıl, esas.
hakikî:
gerçek, sahici.
harekât:
hareketler, davranış-
lar; tutumlar.
hariç:
bir şeyin dışı, dışarısı,
dışta kalan.
hizmet-i imaniye:
iman ve
Kur’an hakikatlerinin ikna edici
ve ilmî delillerle anlaşılmasına
hizmet etme.
hodfüruş:
kendini beğendir-
meye çalışan, övünen.
hubb-i câh:
makam sevgisi,
rütbe ve mevki sevgisi ve
bunlara karşı gösterilen aşırı
hırs.
ihlâs:
bir işi, bir ameli, başka
bir karşılık beklemeksizin, sırf
Allah rızası için yapma.
iktiza:
gerektirme, lüzumlu
kılma.
kat’iyen:
hiç bir zaman, asla.
kemalât-ı ruhiye:
ruha ait
mükemmellikler, ruhen ke-
male ermeler, olgunlaşmalar.
keramat:
kerametler, ermiş-
lerin, velîlerin olağan üstü söz-
leri ve hâlleri.
keşif:
Allah tarafından ilham
edilme, kalp gözüyle görme.
mahalli:
bir yere mahsus, bir
yere has olan.