Hâlık’ımız bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş.
Hem madem Hâlık’ımız bize en büyük muallim ve en mükemmel üstad ve şaşırmaz ve şaşırtmaz en doğru rehber olarak Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tayin etmiş ve en son elçi olarak göndermiş; biz dahi ilme’l-yakîn mertebesinden ayne’l-yakîn ve hakka’l-yakîn mertebelerine terakkî ve tekemmül etmek üzere her şeyden evvel bu üstadımızdan, Hâlık’ımızdan sorduğumuz suali sormaklığımız lâzım geliyor. Çünkü o zat, Hâlık’ımız tarafından her biri birer nişane-i tasdik olan bin mu’cizatıyla, Kur’ân’ın bir mu’cizesi olarak, Kur’ân’ın hak ve kelâmullah olduğunu ispat ettiği gibi; Kur’ân dahi kırk nevi i’câz ile o zatın bir mu’cizesi olup, onun doğru ve resûlullah olduğunu ispat ederek, ikisi beraber, biri âlem-i şehadet lisanı –bütün hayatında bütün enbiya ve evliyanın tasdikleri altında– diğeri âlem-i gayb lisanı –bütün semâvî fermanların ve kâinat hakikatlerinin tasdikleri içinde– binler âyâtıyla iddia ve ispat ettikleri hakikat-i haşriye elbette güneş ve gündüz gibi bir kat’iyettedir.
Evet, haşir gibi en acib ve en dehşetli ve tavr-ı aklın haricinde bir mesele, ancak ve ancak böyle harika iki üstadın dersleriyle halledilir, anlaşılır.
Eski zaman peygamberleri, ümmetlerine Kur’ân gibi izahat vermediklerinin sebebi, o devirler, beşerin bedeviyet ve tufûliyet devri olmasıdır. İbtidaî derslerde izah az olur.
Elhâsıl: Madem Cenâb-ı Hakk’ın ekser isimleri ahireti iktiza edip isterler; elbette o isimlere delâlet eden bütün hüccetler, bir cihette ahiretin tahakkukuna dahi delâlet ederler.
Ve madem melâikeler ahiretin ve âlem-i bekanın dairelerini gördüklerini haber veriyorlar; elbette melâike ve ruhların ve ruhâniyâtın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla ahiretin vücuduna dahi delâlet ederler.
Ve madem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bütün hayatında vahdâniyetten sonra en dâimî dâvâsı ve müddeası ve esası ahirettir; elbette o zatın nübüvvetine ve sıdkına delâlet eden bütün mu’cizeleri ve hüccetleri –bir cihette, dolayısıyla– ahiretin tahakkukuna ve geleceğine şehadet ederler.
Ve madem Kur’ân’ın dörtten birisi haşir ve ahirettir ve bin âyâtıyla onun ispatına çalışır ve onu haber verir; elbette Kur’ân’ın hakkaniyetine şehadet ve delâlet eden bütün hüccetleri ve delilleri ve bürhanları, dolayısıyla ahiretin vücuduna ve tahakkukuna ve açılmasına dahi delâlet ve şehadet ederler.
İşte bak, bu rükn-ü imanî ne kadar kuvvetli ve kat’î olduğunu gör.
Asa-yı Musa, Yedinci Mesele, s. 49
Lûgatçe:
âlem-i gayb: Görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen âlem.
âlem-i şehadet: Gözle gördüğümüz, şahid olduğumuz âlem, kâinat.
âyât: İşaretler, deliller.
ayne’l-yakîn: Gözle görür derecede inanma.
bedeviyet: İbtidaî hayat tarzı; bedevîlik, göçebelik.
delâlet etmek: Delil olmak, göstermek.
hakikat-i haşriye: Diriliş gerçeği, haşir hakikati.
hakka’l-yakîn: Marifet mertebesinin en yükseği; bir şeyi yaşayarak, içine girerek, doğruluğundan şüpheye asla yer bırakmayacak biçimde kesin olarak bilme.
Hâlık: Her şeyi yoktan var eden, yaratıcı; Allah.
hüccet: Delil.
ibtidaî: İlkel, basit.
i’câz: Mu’cizelik.
ilme’l-yakin: İlim yoluyla kesin olarak bilme.
muallim: Ders veren, öğretmen.
nişane-i tasdik: Tasdik alâmeti.
nübüvvet: Peygamberlik.
sıdk: Doğruluk, söz ile fiilin birbirine uyması, olduğu gibi görünüp göründüğü gibi olma esası.
tekemmül: Kemâle erme, mükemmelleşme.
terakkî: Yükselme, ilerleme.
tufuliyet: Çocukluk, küçüklük.
vahdâniyet: Allah’ın birliği.