Demek bu dünyevî, küçücük ve sönük akıl gözüyle o büyük Cehennem görülmez. Fakat ism-i Hakîm’in nuruyla bakabiliriz. Şöyle ki:
Arzın medar-ı senevîsi altında bulunan Cehennem-i Kübra, yerin merkezindeki Cehennem-i Suğrayı güya tevkil ederek bazı vezaifini gördürmüş. Kadîr-i Zülcelâl’in mülkü pek çok geniştir. Hikmet-i İlâhiye nereyi göstermiş ise Cehennem-i Kübra oraya yerleşir.
Evet, bir Kadîr-i Zülcelâl ve emr-i “kün feyekûn”e malik bir Hakîm-i Zülkemâl, gözümüzün önünde, kemâl-i hikmet ve intizam ile kameri arza bağlamış; azamet-i kudret ve intizam ile arzı güneşe rabtetmiş; ve güneşi, seyyaratıyla beraber, arzın sür’at-i seneviyesine yakın bir sür’atle ve haşmet-i rububiyetiyle, bir ihtimale göre Şemsü’ş-Şümus tarafına bir hareket vermiş; ve donanma elektrik lâmbaları gibi yıldızları, saltanat-ı rububiyetine nurânî şahitler yapmış, onunla saltanat-ı rububiyetini ve azamet-i kudretini göstermiş bir Zat-ı Zülcelâl’in kemâl-i hikmetinden ve azamet-i kudretinden ve saltanat-ı rububiyetinden uzak değildir ki Cehennem-i Kübrayı elektrik lâmbalarının fabrikasının kazanı hükmüne getirip, ahirete bakan semanın yıldızlarını onunla iş’al etsin, hararet ve kuvvet versin. Yani âlem-i nur olan Cennetten yıldızlara nur verip, Cehennemden nâr ve hararet göndersin; aynı halde, o Cehennemin bir kısmını ehl-i azaba mesken ve mahbes yapsın.
Hem bir Fâtır-ı Hakîm ki dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar. Elbette o Zat-ı Zülcelâl’in kudret ve hikmetinden uzak değildir ki küre-i arzın kalbindeki Cehennem-i Suğra çekirdeğinde Cehennem-i Kübrayı saklasın.
Elhâsıl: Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden bir dalın iki meyvesidir. Meyvenin yeri ise, dalın müntehasındadır.
Hem şu silsile-i kâinatın iki neticesidir. Neticelerin mahalleri, silsilenin iki tarafındadır. Süflîsi, sakili aşağı tarafında; nurânîsi, ulvîsi yukarı tarafındadır.
Hem şu seyl-i şuunatın ve mahsulât-ı maneviye-i arziyenin iki mahzenidir. Mahzenin mekânı ise, mahsulâtın nev’ine göre, fenası altında, iyisi üstündedir.
Hem ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudat-ı seyyalenin iki havzıdır. Havzın yeri ise, seylin durduğu ve tecemmu ettiği yerdedir. Yani habisatı ve müzahrefatı esfelde, tayyibatı ve sâfiyatı a’lâdadır.
Hem lütuf ve kahrın, rahmet ve azametin iki tecelligâhıdır. Tecelligâhın yeri ise, her yerde olabilir. Rahman-ı Zülcemal ve Kahhar-ı Zülcelâl nerede isterse tecelligâhını açar.
Amma Cennet ve Cehennemin vücutları ise, Onuncu ve Yirmi Sekizinci ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde gayet kat’î bir surette ispat edilmiştir. Şurada yalnız bu kadar deriz ki: Meyvenin vücudu dal kadar ve neticenin silsile kadar ve mahzenin mahsulât kadar ve havzın ırmak kadar ve tecelligâhın rahmet ve kahrın vücutları kadar kat’î ve yakîndir.
Mektubat, Birinci Mektub, Y.A.N.-2024, s. 21-23