12 Şubat 2021 tarihli Yeni Asya’da; ”Atatürkçüleri Koruma Kanunu: 5816” başlıklı bir makale yazmıştık. “Mahiyetinin bilinmesinin ehemmiyetine binaen” o makaleyi, tekrar nazarlarınıza arz ediyorum ve en sonunda da, başlıktaki suali soracağım:
<<Evet, yanlış okumadınız! Bu, aziz milletimizin ensesinde boza pişiren meşhur kanun: 5816, “Atatürk’ü Koruma Kanunu” diye bilinir, ama değil. Hem Atatürk ölmemiş miydi? Ölmüş birisine, hususî, hem de şahsa ait kanun olur muydu? Dünyanın neresinde var böyle bir şey? Hem de, böyle bir şey, anayasaya muhalif olmaz mıydı?
1950 seçimlerinde, CHP’den milletvekili aday adayı da olduğu söylenen M. Kemal Pilâvoğlu isminde, Ticanîlerin başı olan bu adamın tertibiyle, heykel kırma senaryosuyla, 5816’nın çıkmasını sağlanmıştır.
Merak edenler, o zamanki Meclis görüşmelerine bakabilir. Burada biz, o zamanki görüşmelerden, sadece Demokrat Parti milletvekili Halide Edib Adıvar’ın yaptığı konuşmayı yazıyoruz şöyle diyor: “Tasarıyı getirenlerin esas fikriyle hepimiz hemfikiriz. Fakat bunun için yeniden bir kanun yapmak, Atatürk’ü tarihten önceki Asurîler, Babillilerin yaptığı gibi ilahlaştırılmış, putlaştırılmış insanlar arasına koymaktır. Ceza kanunundaki hükmü bir tarafa bırakarak sadece heykel kırmak veya cumhuriyetin banisi Atatürk’e dil uzatmak gibi bir saygısızlığın önüne geçmek için yeni bir kanun yapmayı bir şark zihniyetinin yeni bir mahsulü diye telâkki ederim. Yani daha evvel de dediğim gibi, kablettarih put haline gelen ve bugün yerinde yeller esen eski saltanatlar devrinde şahsı ilahileştirmek ve onlara adeta bir put gibi tapmak zihniyetinin tekrar hortlaması gibi geliyor bana.”
Tarihçi Mustafa Armağan da, “saklanan tarih” programında şöyle söylüyor: “Atatürk’ü Koruma Kanunu toplum vicdanında kalkmıştır. Çünkü bu kanun fosilleşti, fosilleşen her şey gibi bu da tarihe karışması lâzım. Çünkü dünyanın hiçbir yerinde böyle bir şey olamaz. Ölen bir insan, kanunun konusu olmaktan çıkar. Hukuk şöyle tanımlar; ‘İlk nefesi aldığı ve son nefesi verdiği süre içerisinde bir insanın hayatını düzenler’ Hukukun ölen bir kişi ile ilgisi artık sadece miras meselesi ile alâkalıdır.
Ölen kişiye, “lâf söylenemez, hak-kında konuşulamaz, eleştiri yapılamaz” gibi meseleler hukukun konusu değildir. Nitekim Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun metnini o zaman Türkiye’de bulunan, (1902-1985) yılları arasında yaşayan Alman Yahudî’si Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch hazırla-mıştır. Bunu bütün Türkiye’nin bilmesi gerekmektedir.”
Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch bunu kendi hatıratında şöyle anlatır: “Adnan Menderes’in adamları geldi, benden bir formül istediler. Çünkü Türkiye Millet Meclisi’nde “Atatürk Koruma Kanunu” reddedildi. “Aman bize bir formül bul, biz bu konunu çıkarmamız lâzım” dediler. Ben de oturdum bir formül buldum. Düşündüm, evet ölmüş bir insan hukuk tarafından korunamaz, dünyanın hiçbir yerinde savunulacak bir şey değil bu. Ama burada şöyle bir kurnazlık geldi aklıma –onu seven insanların hissiyatı rencide olacak şekilde Atatürk’e davranılırsa, bu yine yaşayan insanların hukuku alanına girer. (Yani Atatürkçüleri korumak lâzım, demek istiyor Alman Yahudî’si. [OZ])
“Kendisine başvuran, hükümete yakınlığıyla tanınmış bir milletvekiline Hirsch’in verdiği cevap, şu olmuştur: “Atatürk adında bir şahıs, hukukî anlamda, artık mevcut değildir. Dolayısıyla ona kanun yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. Söz konusu tasarıda ceza hukuk norm-larıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değildir. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlardır.”
“Böylece Hirsch, hem hukukî anlamda mevcut bulunmayan birisi hakkın-da, hem de tek bir şahıs hakkında kanun çıkartarak sakat doğacak bir kanuna bir formül geliştirmiş ve ölen kişinin değil, yaşayanların, yani hukukî anlamda kişilerin hayranlık ve saygı duyuları üzerinden bir koruma çıkar-tılmasına önayak olmuştur. Artık kanun metni, “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse; Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimse cezalandırılır” şeklini almış ve 25 Temmuz 1951’de TBMM’de görüşü-lerek kanunlaşmış, 31 Temmuz 1951’de ise Resmî Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.”
Okudunuz ve gördünüz işte. Demek ki neymiş? Başlıktaki dediğimiz gibiymiş.
Peki, sonra, Kemal Pilâvoğlu’na ne olmuş? Mahkemenin verdiği hapis ve peşinden Bozcaada gibi bir sayfiye yerine sürgün(!) edilmiş. Kısa zamanda, halkı kandırarak, orada bir sürü mal mülk sahibi olmuştur. Ve işin en garibi, 27 MAYIS 1960 ihtilâlinin göstermelik başı, Cemal Gürsel’in ismine izafeten “Gürsel Çeşmesi”ni, Bozcaada’ya yaptırmıştır. Eeee, sonra da, karısının şikâyeti üzerine, yüz kızartıcı bir suçla tekrar mahkemelik olmuştur.
Evet, dünyanın hiçbir yerinde olmayan ve bir Alman Yahudî’sinin süper zekâsından(!) fışkıran böyle bir kanun, derhal kaldırılmalıdır! Binlerce canın yandığı, kavrulduğu, hapislerde çürütüldüğü bu hukuksuz kanunu, her hâlde, bu günlerde ele alınması düşünülen “Anayasa” meselesinde ele alınıp, devletlülerimiz tarafından kaldırılıp, tarihin derinliklerine gömülmelidir.>>
Evet, şimdi soruyoruz: Birçok masum insanın başını yakan ve şimdi başta bulunan iktidarın da, bazı “üstadlarını” hapishanelerde sürün-düren hukuka uygun olmayan, mezarlığa ait kanunu kim kaldıracak acaba?